nbc home  

 

TURKISH TIME

“KASABA”DAN “UZAK”LARA..

Pınar Öğünç, Turkish Time, Sayı:16, Mayıs-Haziran 2003

SON FİLMİYLE CANNES FESTİVALİ’NDE ALTIN PALMİYE İÇİN YARIŞACAK OLAN NURİ BİLGE CEYLAN’LA, EN “YAKIN”DAN EN “UZAK”A  KEYİFLİ BİR SOHBET YAPTIK.

Türk sinemasının en özgün isimlerinden biri Nuri Bilge Ceylan. Evin bir köşesinde sessiz sessiz oynayan bir çocuğu andırıyor, sonra o köşeden elinde şahane bir resimle çıkıp, konuyu komşuyu hayran ediyor; “Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı”, “Uzak”... Konuşmaya kısa cümlelerle başladık, zamanla paragrafları uzattık. Son filmi “Uzak” ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışacak olan Ceylan, öyle bir insan ki sanki boyacı olsaydı da, o işi farklı yapardı; ayakkabıcı olsa da...


TURKISHTiME: Çok sık röportaj vermiyorsunuz; filmleriniz üzerine konuşmak hoşunuza gitmiyor mu?

NURİ BİLGE CEYLAN: Asıl tehlike hep aynı şeyleri söylemeye başlamak galiba, o zaman insan kendinden de sıkılıyor.

Aynı şekilde ödül törenlerinden de hazzetmiyorsunuz galiba?

Yok, sahneler hiç benim ortamlarım değil. Ama tabii ödül, filminizin tanıtımıdır. Mesela Cannes Film Festivali’nde ödül alan biri, bir sonraki filmine çok kolay yapımcı bulabilir. Bir de para kısmı varki çok rahatlatıyor insanı bir sonraki proje için. Ödüller ilahi adalet de değildir diğer yandan, jürideki dört beş kişi değişse, sonuç da değişir. Çok abartmamak lazım yani...

Sizin en büyük geliriniz kazandığınız ödüller mi?

Gişeden de kazandığımız bir miktar var, ama asıl yurtdışı satışları önemli. Hem ticari satışlar var, hem de televizyon satışları. Diyebilirim ki şimdiye kadar hep bir sonraki filmime kalacak kadar para kazanabildim.

Son olarak İstanbul Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Film” ödüllerinizi alırken, kazandığınız para ödülünün bir kısmını iki genç kısa filmciye armağan ettiğinizi söylediniz. Kimdir bu insanlar?

Geçen sene İFSAK’ın düzenlediği kısa film yarışmasında tek seçiciydim ve bir süre kararsız kaldıktan sonra bu iki gencin çektikleri filme ödül vermemiştim. Birtakım teknik sorunları olduğunu düşünmüştüm. Belgesel dalında katılmışlardı ve kimsenin suçu olmadığı halde parçalanmak zorunda kalan bir aileden bahsediyorlardı. Zamanla bu film benim içime oturdu; çok dokunaklı gelmeye başladı, hatta bir yıl geçmesine rağmen aklımdan çıkmadı. Bir suçluluk duygusuyla İFSAK’tan filmi tekrar isteyip izledim ve çok beğendim. İşte bu yüzden de, bir sonraki projelerinde katkısı olsun diye ödülümü onlarla paylaşmak istedim. Onlar da gazetelerden öğrenip arayarak teşekkür ettiler. Şu anda da bir film yapmak üzerelermiş ve maddi sıkıntıları varmış. Yerine oturmuş gibi geldi bana.

Filmlerinizde oyuncu kadrosunun büyük kısmını yakınlarınız, akrabalarınız, dostlarınız oluşturuyor. Bunun avantajları olduğu muhakkak, ama sette dezavantajları da var mı?

Var tabii, bir kere profesyonel oyuncularla daha sistematik bir çalışma yürütebiliyorsunuz. Ama yakınlarınız, aradaki hukuku ve samimiyeti kullanarak bazen fazla naz yapabiliyor. Başkalarına müsaade etmeyeceğim şeylere izin vermek zornuda kalabiliyorum. Mesela tam oynama zamanı geldiğinde annem çıkıp “ben bu rolü oynamam şimdi” deyiveriyor.

Profesyonel oyuncularla çalışmak sinema dilinize de uymuyor gibi. Sürekli etrafı kolaçan eder halde mi dolaşıyorsunuz kendinize oyuncu bulmak için yakın çevrenizden? Yakınlarınız bitince yeni birilerini mi “keşfedeceksiniz”?

Doğrusu keşfetmek istiyorum. Etrafımda tavırlarını hareketlerini anlamlı bulduğum insanlara karşı duyarlıyımdır; bütün yönetmenler gibi herhalde. Mesela geçenlerde kızkardeşim evinde tadilat yaptırıyordu. Evinde çalışan ustadan bahsetti bana, hemen gidip görmek, tanışmak istedim. Tanışınca da gerçekten etkilendim.

Filmlerinizde bu kadar kendi hayatınızdan gerçek kişileri ön plana çıkarırken, diyelim son filminiz “Uzak” ne kadar otobiyografik?

İnanın ben de bilmiyorum. Oturup tek tek sahneleri düşünürsem belki çıkarabilirim, otobiyografik çok şey var, ama ayırmak zor. Arkadaşlarımın hayatları, benim geçmişim, gözlemler, duygular, hepsi bir araya giriyor ve unutuluyor kaynakları. Çehov da bunu yapıyordu, Sait Faik de. İkisi de etraflarındaki insanların hayatlarını yazdılar. İçlerinde çok çok enteresan şeyler hiç olmadı. Bakmayı bilirsek hayat çok renklidir, insan manzarası dünyanın en zengin manzarasıdır. Yan masaya bakın, orada mutlaka bir hikaye vardır.

Tanımadığınız kişilerin sohbetlerine kulak misafirliği yapmayı sever misiniz?

En sevdiğim şey! Hatta film izlemekten daha çok severim diyebilirim. Kendi hayatımın trajedileri beni hiçbir zaman ağlatmaz, bazen bir anne kızın yürüyüşüne bakarken gözlerim yaşarır. Daha dokunaklıdır. Bir de insanların arkadan görünüşleri daha etkileyici galiba. Geçenlerde sevmediğim ve hiçbir zaman sevemeyeceğimi düşündüğüm bir insanı gördüm; tesadüfen önümde yürüyordu bir akşam üzeri. O omuzlarının düşüklüğü, o kafasının hafif yamuk duruşu öyle içime dokundu ki, onu her şeyiyle bağışladım. İnsanlar arkadan daha savunmasız görünüyor kesinlikle. Siz de özgürce vicdanınızı çalıştırarak izleyebiliyorsunuz onları.

1989’da Argos dergisinde “Çıplak ve Deniz” başlığında bir dizi fotoğrafınız yayınlanmıştı. Başına bir giriş yazmışsınız ve amacınızı “gerçekliğe yeni ve katlanılabilir bir form vermek ve kaosu düzenlemeye çalışmak” olarak tanımlıyordunuz. Bir yanda da “bunlara ilgisiz kalabilirsiniz, sizi ilgilendirmeyebilir de” gibi temkinli bir yaklaşımınız vardı. Bu sinema dilinize de yakışan bir giriş cümlesi mi?

Belki de. Aslında biraz gençlik de kokuyor o cümleler, biraz abartılı da geldi şimdi bana. Biraz kendini koruma içgüdüsü de var sanki o temkinli duruşta. İddialı ve abartılı sözleri sevmem diyeyim.

Annenizi, babanızı, çocukluğunuzun geçtiği yerleri hayatınıza dair bir sürü ayrıntıyı biliyoruz, hatta yaşamınızdan kesitleri canladırabiliyoruz gözümüzde, ama şahsen kendinize dair o kadar az cümle çıkıyor ki ağzınızdan, bir türlü Nuri Bilge Ceylan’a yaklaşamıyoruz bir yandan da...

Ama röportajlarda gerçekler çıkmaz ortaya. Röportaj veren insan muhakkak biraz korunaklı davranır. Şu teyp kapandığında çok daha dürüst bir konuşmanın başlayacağına ben eminim. Hadi şunu da söyleyeyim, olabildiğince de dürüst olmaya çalışırım. Çünkü ben röportaj okumayı severim; içinde dürüstlük oranı fazla olanları daha da çok severim. Elimden geldiğince yalan söylememeye çalışıyorum. Gerçekten yeri geldiğinde de zayıflıklarımı ortaya dökmeye hazırım.

Yönetmen koltuğunda otururken bir yalan yaratmak kolay mıdır?

Sinemada yalan, zeki bir izleyici tarafından çok kolay görünür bence. Sinema sanatı samimiyetsizliklerini, hatalarını çok kolay ele veren bir sanat. İzleyici her şeyi yakalar diye düşünüp, sinemayı da en az kendiniz kadar zeki izleyici için yapmak gerekir.

Bağımsız sinema bir zaruriyetten doğduğu kadar bir anlayıştan, bir gelenekten doğuyorsa, Türkiye’de neden çok ağır işledi bu süreç?

Yapmaya uğraşan çok insan var, ben kimle konuşsam bir senaryosu var. Dijital teknoloji bir şeyler götürdüğü gibi, üretme eşitliği konusunda bir adalet sağlayacaktır. Daha fazla da insan çıkacaktır. Kendi hayatı algıladığı şekli sinemada göremeyen insan, kendi dünyasını yansıtma arzusunu duyacaktır. Çeşitlilik de bundan doğuyor. Belki bilmediğimiz öncesi de var. Yılmaz Güney mesela, varolan sinemanın hayalindeki sinemayı karşılamadığını hissetmiştir. İşin parayla ilgili olduğunu da sanmıyorum. O aşamaya gelen herkesin bir şekilde film çekmeyi başardığını gördüm ben. Niyetle ilgili daha çok. Sinema yapmak çok zormuş gibi bir mit var. Sinema yapanlar da, yaptıkları işin önemsenmesi adına bu miti körüklüyorlar ne yazık ki. İyi film çekmek ayrı bir şey, ama film çekmek atla deve değil. Gerçekten hiç çok zor değil.

Işıkla, karanlıkla, filtrelerle oynuyorsunuz, ama bir de Çehov filtresinden bahsediyorsunuz. Çehov filtresi nasıl yapar görüntüyü?

Oscar Wilde’ın bir lafı var: “Doğa sanat eserini taklit eder”, sonra da diyor ki: “Farkında mısınız, son günlerde doğa koronun peyzajlarına ne kadar da benzemeye başladı”. Hakikaten de sanatçı dünyanın yeni bir görünüşünü sunduğu zaman, başta izleyiciye aykırı görünür. Zamanla doğa bu sanat eserinin etkisinde biçim değiştirir ve ağaçlara, dış dünyaya, mahallemize öyle bakmaya başlarız. Çehov hikayelerini okuduktan sonra insanlara ve gerçek hayata da başka bakarsınız. Çehov, Sait Faik gibi şahsiyetler sayesinde son derece basit insan ilişkileri bana çok renkli görünmeye başladı. Çehov filtresi de öyle bir şey işte. Bazen insana bir arkadaşı da böyle bir gözlük verebilir.

Rüyalarınızı da bu filtrelerle mi görürsünüz? Bulutlar filmlerinizdeki gibi kocaman ve her şeyden daha koyu mudur mesela?

Çok üzülerek söylüyorum artık çok az rüya görüyorum. Görüyorum, ama unutuyorum galiba. Tabii o kasvetli havalar bana her zaman daha anlamlı gelmiştir. Fotoğrafçıyken de gökyüzünün beyaz çıkmasını istemezdik. Kasvetli havaları severim.

“Uzak”ta altı en koyu kalemle çizilen şey “taşralılık”. Büyük şehirde taşralı olmanın ezikliği dokunuyor en fazla insana. Türkiye de bir anlamda dünyanın taşrasında mı sizce? “Büyük şehre” gittiğinde, Türk insanında, Türk filminde, Türk müziğinde de o eziklik, sakillik oluyor mu?

Türkiye’nin dünyanın taşrasında olduğu kesinlikle doğru. Ben Avrupa’ya 17 yaşımda gitmeye başladım, oraların farklılığı insanı bir irkiltiyor... Türkiye’yi ne kadar taşra gibi gördüklerini de hissettiriyorlar size bir biçimde. Ürettiklerimize nasıl bakıyorlar bilmiyorum açıkçası, ama ben şahsen bir eziklik duymuyorum. Yurtdışına gidip, sahnelere çıkıp filmlerimle ilgili sorulara cevap verdiğimde garip oluyordum başta. Ne olduğunu bilmediğim bir eksiklik, bir tehlike duygusu vardı, ama artık o da geçti.

Cannes Film Festivali jürisi neyini beğendi sizce “Uzak”ın?

Orasını bilemem. Zaten Cannes seçici kurulu benim çalışmalarıma aşinaydı. “Mayıs Sıkıntısı”nı yarışmaya alıp almamakta kararsız kalmışlardı; ben bekleyemediğim için Berlin Film Festivali’ni tercih etmiştim o zaman. Yani sadece “Uzak” olmayabilir sebepleri, yine Berlin’e kaptırmak istememişlerdir.

Heyecanlı mısınız?

Yok alıştım. Sadece bu filmin satışı için iyi bir fırsat, hazırlanmak gerekiyor. Broşürler hazırlamak, cep telefonları kiralamak, altyazıları düşünmek...

Röportajlarda sorulabilecek sorulara yanıt hazırlıyor musunuz?

Yok, bir röportaja gittiğimde aklımın tamamen temiz olmasını isterim. Yoksa yeni bir şey çok zor çıkıyor.

Bu röportajda yeni bir şey çıktı mı?

Çıktı galiba, bazı şeyleri iyi kazdınız. Aynı sorunun cevabı da aynı olur.