iklimler
 
nbc home  



 


Üç Maymun: Her an dağılabilecek hayatın hikâyesi

Gökhan Özgün, Taraf Gazetesi, 6 Aralık 2008

Bundan 30 yıl kadar önceydi. Darbeyi üniversitede yemiştik. İdeolojik sakallarımız ve bıyıklarımızla, ve yine ideolojik basma elbiselerimiz, hushpapilerimizle, üniversite kampüsünde kasılmış kısılmış kalmıştık.

Oturuşumuzla, bakışımızla, edamızla, sessiz sedamızla, kendimize çaresizce anlam ve ifade katmaya çalışıyorduk. Hep yanyana oturuyorduk. Konuşsak da konuşmasak da yanyana oturuyorduk. Kimin yanında oturduğun çok önemliydi. Kimileri merdivenlerde oturuyor, umutsuzluğa kerkiniyor, kimileri kantin masalarını siyasi ayrımlarla bölüşüyor, umutsuzlukların etrafında biteviye bir son akşam yemeği görüntüsü çiziyordu.

Elimizdeki, doğru yanlış farketmez, üç beş laf uçup gitmişti. Hocalarımız sıra traşından geçirilmişti. Bu memlekette her neslin hayatından kaybolmasına hükmedilen 10 senenin ilk senelerini mümkün olan en az acıyla kaybetmeye çalışıyorduk. Türkiye’deki her yeni nesil gibi, biz de kendi neslimizin payına düşen kendi mahkûmiyetimizi yaşıyorduk. Voltamızı, kendi küçük büyük cemaatlerimizin, birbirimizin gölgesinde atarak, biraz olsun ısınıyorduk.

O günlerde, kampüsün ortasındaki yazın tozlu, kışın çamurlu futbol sahasından, bir cemaatsiz, yalnız adam yürüyordu. Bir oraya yürüyordu. Bir buraya yürüyordu. Her daim yalnızdı. Ama yüzündeki ifadeye bakarsan yalnızdan ziyade tek başınaydı. Biz cemaatinin kollarında vakit dolduranların suratındaki ifade, onunkinden çok daha fazla yalnızlığı andırıyordu.

Adamın omzunda hep bir fotoğraf makinesi vardı. Hep bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Hep işi vardı. Her fırsatta üniversitede bir yerde ve belki de başka yerlerde fotoğraf sergisi açıyordu. Yüzünde belli belirsiz bir, ‘beni maymun edemezsiniz’ gülümsemesi vardı. O adamın adı Nuri Bilge Ceylan’dı.

Üç Maymun
’u seyredince bütün bunlar bir ‘film şeridi gibi’ gözümün önünden geçti. Üç Maymun hayatımda gördüğüm en iyi film. Derdim, sinema eleştirisine merdiven dayamak değil. Benim sinemayla ilişkim basittir. Bir filmi bir kez görüp bir ay sonra başından sonuna neredeyse sahne sahne muhayyilemde tekrar canlandırabiliyorsam, o film benim için iyidir. Ne kadar kolay hatırlayabiliyorsam, filmin dili o kadar benim anadilimdir. O dil bana o kadar nüfuz etmiştir.

Zihnimde Üç Maymun’a yakın duran tek film var. All about Schmidt. Nuri Bilge Ceylan’ı daha önce de çok severek izlerdim. Ama bu film başka. Bu film insanı şaşkınlığa düşürüyor. Bu filme kestirmeden ‘entel’ diyene, hadi len, derim, yürrü, yemez artık.

Ama bu film ağır. Çok ağır. Yavaş değil. Anlaşılmaz değil. Tam tersine, çok acayip temposuyla, kaldırmak istemeyeceğiniz kadar açık sözlü olmasıyla, ağır. Bir karadelik gibi ağır. Bir bezelye tanesine bir gezegenin ağırlığını sığdırmış gibi ağır. Aşkı, ihaneti, yalanı, ölümü, çaresizliği mükemmel bir hikâyeye sıkıştırmış. Ve bu hikâyeyi daracık bir mekâna sıkıştırmış... Ve bu daracık filmin içine bütün Türkiye’nin ağırlığını sığdırmış gibi ağır. Hakikat gibi ağır.

Bu film sizi bütün direncinize rağmen içine alıyorsa, hakikat ne kadar bünyenizi bozsa da, rahatsız etse de, hakikat sizin için büyülü demektir. Hakikat sizin için hipnotize edici demektir.

Orada burada yönetmenlik nutukları atanlara da bu vesileyle bir çift lafım var. Seyretsinler, görsünler. Bu filmden sonra artık öyle büyük bir sır değil. İnandırıcı diyaloglarmış. Hikâyeymiş. Bir filmi film yapan bunlar değil. Bunlar olmazsa olmazlar. Seyretsinler, görsünler. Vücut dili neymiş. Vücut dili kaç acı zekâlı, sulu gülüşlü inandırıcı diyaloga bedelmiş. Yine görsünler, filmde ses ne demekmiş. Sessizlik ne demekmiş. Vücutları konuşturamayacaksan niye film çekiyorsun? Sessizliğe ses veremiyorsan, sese sessizlik katamıyorsan ne diye uğraşıyorsun, seyirciyi de uğraştırıyorsun? Görüntüsüz, vücutsuz, oyuncusuz ve sessiz bir mecra var. Kitap var. Kitap yaz o zaman. Ha, ama sen şöyle düşünüyorsun, filme basılmış vasat bir kitap, kâğıda basılmıştan çok satar. Haklısın ve uyanıksın, ama sinemacı değilsin. Sinema dilinin imkânları seni ilgilendirmiyor o zaman. Seni ilgilendiren sinemanın elindeki imkânlar.

Üç Maymun
’u seyretmeden önce şöyle düşünüyordum. Yapmışlar işte yine bize, küçük de olsa bir kıyak. Vermişler Cannes’da ödülü. Şimdi şöyle düşünüyorum. O jürideki herkes ezilerek verdi bu filme ödülü. En azından Sean Penn’in aklından şöyle geçtiğini düşünebiliyorum, ‘Belki ben de bir gün bu kadar iyisini yapabilirim, belki...’

Filmde genç oğlanın yatağa sıkıntıyla uzanma sahnesi var ki, bu kadar kısa bir sahne hiçbir zaman bu kadar çok şey anlatmadı.

Üç Maymun
gibi bir film, ‘tek başına’ olmayı, kalmayı seçebilen birinin varabileceği bir nokta olabilir ancak. ‘Yalnız ve güzel’ memleketimde de bu ‘tek başınalık’ çok çok zordur.

Bir maymun, cemaatinden kovulup tek başına kalmaya mahkûm olabilir, ama tek başınalıktan hiç hazzetmez. Bunu seçmez. Gerekirse, tek başına olmayı, kalmayı seçebilmek, insanla maymunun farkı bu değil mi zaten?

‘Yalnız ve güzel’ memleketlerde ‘tek başına ve güzel olan’ insanlar asla gişe yapmıyor maalesef.