iklimler
 
nbc home  



 


Üç Maymun: Her an dağılabilecek hayatın hikâyesi

İsmail Sert, Taraf Gazetesi, 28 Ekim 2008

 

Üç Maymun, ‘her an dağılabilir’ ile ‘asla dağılmaz’ arasındaki gerilim hattına, ip üstüne kurulan yuva. Görsen ip üstünde demezsin, öyle bir yapı. Bunca yıl ip üstünde kaldığına inanmazsın, öyle bir çatı. Sağlamdır; yıllarca dayanan örmeklerini de görürüz. Öyle hızlı yıkılır ki bazen, arkamızı dönüp bakmaya yetişemeyiz.

Yalnızca bir ihtimal vardı biz seyirciler için: İlk kareye, ilk repliğe yakalanmak, çok geçmeden öyküye dâhil olmak, yaşına, cinsiyetine, mesleğine bakmadan her film kişisinin peşinden “işte bu ben’im!” diyerek koşarken, tatlı tatlı yorulmak... Ve filmin sonunda, salondan çıkarken yüzümüzde ‘çok yaşamışlığın’ kalıcı gülümsemesi...

Hele merdivenlerden inerken iyice kaptırmıştık kendimizi. Sanki sinema filmi değil de ruhumuzun, zihnimizin, duygularımızın röntgen filmini seyretmiştik. “Madem hepimizin hayatı deşifre oldu/oluyor” düşüncesiyle, filmden taşıp dilimize dolanan repliklerimizi yüksek mırıltılarla seslendiriyorduk.

Seyrettiğimiz Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Üç Maymun idi. Kestirmeden söylersem, darası alınmış, fazlalıkları atılmış net bir film Üç Maymun.

Görünür hayatın bir alt katmanını, “soyundurulan hayat”ı izliyorsunuz perdede. Neden “çıplak” diyemediğimi de açmalıyım: Çünkü giyinik, hatta kat kat giyinik hallerini de görüyoruz, soyunurken de izliyoruz. Soyunurken yaşanan ıstırabı hissediyoruz; “başka şansım mı vardı?” bakışını da görüyoruz yeniden giyinirken.

“Hayatın dengesi midir” diye soruyoruz; biri giyinirken diğeri soyunabiliyor çünkü... Arada kalmışlık bu mudur? Ne giyinik kalmak mümkün olabiliyor, ne de giyinmeden durabilmek...

CEYLAN’IN BULUTLARI VE PERDELERİ
Hayatın kuralı mıdır? Biri kendi üzerinde eskiyen elbisesini çıkarıp, ‘yeni’ gibi sunabiliyor ‘öteki’ne, bir alttakine...
Bulutları sevdiğini biliyoruz Nuri Bilge Ceylan’ın. Gökyüzü hep bulutlu yine... Perdeleri sevdiğini de bu filmle anlıyoruz. Kat kat perdeler, tül perdeler film boyunca durmaksızın uçuşuyorlar. Rüzgâr savuruyor perdeleri. Aslında üst üste tüller var hayatta da. Ülkemizde de, filmlerde de.

Birincisi, insanı asıl gölgeleyen tül. Onun olmaması sadece bir fantezi. Hani düşünce okuma yeteneğine sahip olmak isteriz ya, “Karşımızdakinin aklından geçenleri bir okuyabilsek” deriz... Gerçekte bu perdenin kalkması bir felakettir bizim için. Hayatı dayanılmaz kılacak bir felaket... Bilmeyiz söze dökülmeyen düşünceleri, niyetleri. İyi ki de bilmeyiz.

Dil vardır iki kişinin arasında. Dil ‘gösteren/açıklayan’ olduğu kadar ‘saklayan’dır aynı zamanda. Anlamaya/anlatmaya hizmet ettiği kadar, anlamamaya/yanlış anlamaya da hizmet eder. (Öyle olmasa, “Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın” sözü bu kadar uzun süre tedavülde kalır mıydı?)
İkincisi, bu ülkeye mahsus bir tül. En azından bir bölümü. Erkekliğin dikenli çelik tellerle çizilen çerçevesi, kadınlığın töreyle yoğrulan kaderi, yasaklar, tabular, konuşulamayan başlıklar, çoğalan, çoğaldıkça hayatımızı daraltan kırmızı çizgiler...

Üçüncüsü, sinemaya özel tül. Doğasında saklı, üretim sürecine dâhil, sinemanın dili olan tül. Öykülemenin, öyküden senaryoya geçmenin, oradan perdeye aksettirmenin eksilttikleri, taşınamayıp düşürülenler, tasarlanıp da hakkınca gösterilemeyenler!

Üç perdeyi de uçurtup, dalgalandırıp; aralarından varoluşu, varoluşun yükünü yakalıyor Ceylan’ın kamerası. Uçuşan perdelerin aralıklarını üst üste çakıştırdığında ışık sızıyor, gerçek görünüyor o boşluklardan.
Bazen ‘Akıldışı insanîlikler’ yırtıyor perdeyi, yani öyküyü/öykümüzü. İnsanın en gizli-saklı halleri taşıyor o yırtıklardan.

GÜZEL VE YALNIZ ÜLKEYE
Perdede enine/boyuna açılan yırtıklar, ister istemez kesişiyorlar ‘ev’ denilen daraltılmış sahnesinde hayatın. İşte o zaman insanın perdeden salona doğru akış debisi dayanılmaz biçimde artıyor.

‘Her an dağılabilir’ ile ‘asla dağılmaz’ arasındaki gerilim hattına, ip üstüne kurulan yuva. Görsen ip üstünde demezsin, öyle bir yapı. Bunca yıl ip üstünde kaldığına inanmazsın, öyle bir çatı. Sağlamdır; yıllarca dayanan örmeklerini de görürüz. Öyle hızlı yıkılır ki bazen, arkamızı dönüp bakmaya yetişemeyiz.

Üç Maymun‘la ustalığa eriştiğini göstermiş Nuri Bilge Ceylan. Senaryosunu üç kez tülbentten geçirmiş ki su gibi içilebilsin. Görüntülerini üç kez ayıklamış ki, alıp götürsün bizi.

Kasaba ile karşılaştırmak haksızlık olur. O çok geride kaldı. Mayıs Sıkıntısı’ndan daha derin, Uzak’tan daha konuşkan, İklimler’den daha duru bir film Üç Maymun. Filmografisinde cesur ve uzun bir adım atmış ileriye doğru.

Cannes’da ödül alırken, neden “tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme” dediğini daha iyi kavramak da mümkün: “Güzel ama yalnız, yalnız ama maymunluk da yapıyor bazen... Ama benim ülkem... Güzelliği, yalnızlığı ve dahi maymun yüzleriyle”.

Sırları, zaafları, yaraları öğrenilmeden, hoşgörülmeden sevilebilir mi bir ülke?