nbc home  


'Kasaba'nın Rüyası

Nihal Bengisu, Aksiyon Dergisi, Aralık 1997

Sanat bir kıvılcımı, bir salınımı başlatmaktır. Tıpkı domates fidesini toprağa ekmek gibi; ne eksik ne fazla. Sanatçının görevi hayatın içindeki şiirsel anları bir düzen içinde çekip çıkarmak ve onu seyirciye doğru ışınlamaktır. Yoksa sanat tek başına kutsal ya da dokunulmaz değil.

Susan Sontag eleştirmenleri sanat eserinin derunundaki anlamı yakalama adına onu yeniden yapılandırdıkları -aslında delik deşik etmiş oldukları için- 'eleştirir'; onları sanat sevgisizliği ve yapı bozuculuğu ile suçlar. Nuri Bilge Ceylan'a filmin teması ve detayları hakkında yönelttiğim sorular; yok o sahnede çocuk neden kaplumbağayı ters çevirdi, gördüğü korkulu rüya çocuk vicdanının uyku aracılığıyla kendini dışavurması mıydı, türünden hayli bozguncu, deşifre edici ve cansıkıcıydı. Ama benimki sanat sevgisizliği ile değil, olsa olsa sevgi'den kaynaklanan bir anlama çabasıyla ve bu anlama'yı açıklanabilir kılma gibi sosyal kaygılarla ilgili bir durum. Ceylan benim bazı planlara yüklediğim paranoyakça anlamlar karşısında "Nayırr, filmimi bölme, parçalama, ona ifade ettiğinin ötesinde yeni kıyafetler biçme" gibi şeyler söylemedi tabii; sadece, 'İlginç, ben bunu hiç düşünmemiştim' demekle yetindi, nazikçe ve Bilge'ce. Meğer zaten anlamı yapan 'izleyen'miş, ona göre, eser kendisini ihtiyaçları doğrultusunda netleştiren ve özümseyen seyirciye borçluymuş anlamını. Oh dedim, rahatladım.

Nuri Bilge yönetmenliğinden çok fotoğraf sanatında verdiği ürünlerle tanınıyor. 1959 doğumlu sanatçı artık kendini iyiden iyiye sinemaya vermiş görünüyor. Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümü mezunu olan Ceylan, Mimar Sinan Üniversitesi Sinema bölümünde iki yıl öğrenim görmüş. 35mm. olarak çektiği 20 dakikalık filmi 'Kıza' 1995 Cannes Film Festivali dahil onyedi festivalde gösterilmiş, T.C. Kültür Bakanlığı Başarı ödülünü, Mısır'da en iyi film ödülünü, İstanbul Kısa Festivali'nde yine en iyi film ödülünü almıştı.

Kasaba.

Ne orda uzakta bir köydür kasaba, ene de özlem duyulan büyülü dünyanın onda biri. İki arada bir derededir tam. Köy kalabalıklaşmış, evler iki ya da üç katlı olmuş, çatılara dikilen antenler iki ya da daha çok kanallı TV'lerle 'o' dünyaların parıltılarını kerpiç duvarların nemine çarpmıştır çoktan. Elektrik ve telefon direkleri ile arada bir göze çarpan trafolar yeni yapılmakta olan inşaatların yalnızlıklarına yetişir, bakal miskin miskin oturur, okul bahçesinde okunan 'andımız', sayısı giderek artan vasat bir 'tomofil'in sesine karışır, lastiklerin patinajı ile yükselen toz bulutu manavın canını sıkar, arada bir kurulan ve eskilerin 'panayır' dediği lunapark işsiz ve güçsüz takımının sinek avladığı yerlerdir. Kâğıt helva, dondurma, pop müzik ve gondol. Bütünü hakkında bilgi vermeyen parçalarıdır kentin. Gitme özlemini kışkırtmaktadır gidip 'oraları' görmüş olanların anlattıkları. Bir çıkış yolu bulunur nasıl olsa? Ama bir türlü olmaz; ne canına tak ettirir bu kararsızlık ne de unutturur kendini.

Sözkonusu 'Kasaba'da, böylesi kent öncesi / yoksunu enstantanelerle azıcık dışardaki mısır tarlalarının buluştuğu bulutlu gökyüzünde geçiyor; karın ve otların lirik savruluşlarında çoğalıyor. Niçin Kasaba'yı çektin diye sorduğumda ".daha önce de ailemi tarlada, orda burda görüntülerdim. Filmdeki tarla bizim tarlamız" diye cevap veriyor Ceylan. 'Kıza' -tamamen diyalogsuz bir filmdi- Cannes film festivaline katılınca cesaret almış ve neden yakınlarımı ve doğduğum yerleri, dahası çocukluğumun bakışaçısıyla büyükler dünyasını inceleyen bir film yapmayayım diye düşünmüş. "Kasaba" küçük bir muhitin kırgın insanlarının hikayesini ve çelişkileri konu ediniyor kabaca. Bu yıl Antalya Film Festivali'nde jürinin özel bir ödüle layık gördüğü film diğer Türkiye filmlerinden pek çok yönüyle farklı; oyunu seçiminden maliyetine, kurgusundan yönetimine kadar. Farklı olduğu kadar da temiz; yönetmenin iç dünyasını, çocukluk hatıralarını ve halen sürmekte olan yerçekimsiz düşünce ve kararsızlıklarını seyirciyle paylaşma niyetini görmemek -ya da sezmemek- mümkün değil. Ancak sabit bir plana an fazla 6-8 saniye dayanabildiği tespit edilen sıkı bir Hollywood filmi tüketicisi iseniz tersi mümkün. Her halükarda en azından belki sadelik, belki yalınlık sizi bir yerinden sarmalayabilir, ancak neredeyse yeni bir sinema dili üzerine deneysel bir çalışma sayılabilecek olan 'Kasaba', aşina olunan biçim'in ötesinde bir film.

Düşük bütçe, yöresel oyuncu

"New York'taki tüm Wermeer'ler" ve "Uyuduğun Yatak" isimli yapıtları ile bilinen sivri dilli bağımsız sinemacı Jon Jost kendisiyle İstanbul'da yapılan bir söyleşide şöyle demişti: "Filmimin bütçesi büyük olursa birileri ne yapmam gerektiğini söylemeye başlar(.). Büyük bütçeli bir film yaparsam sette kocaman bir fabrika çalışıyor gibi olur (makyözler, set işçileri vs), ben de o fabrikayı yönetiyor olurum ve bütün bunlar hiç hoşuma gitmez."

Nuri Bilge, filmi oldukça düşük bir bütçeyle çekmiş ve sadece arkadaşları ve bizzat yörede yaşayan yakın akrabalarını oynatmış. Kendi deyimiyle algı kapılarının sonuna kadar açık olduğu çocukluk günlerini canlandıracak küçükleri de yöreden seçmiş. Bunun için bütün yöreyi dolaşmışlar, tek tek röportaj yapmışlar. Çocuklarla iş yapmak çok zevkliymiş, çünkü maske yokmuş yüzlerinde. Filmdeki dede, Bilge'nin babası, nine ise annesi. Saffet karakteri teyze oğlu deli tiplemesi Ankara'dan bir arkadaşı. Ona göre bir oyunu işi biraz bildiğinde ve nasıl göründüğünü merak ettiğinde rolü iyi olacağını 'sandığı' şekilde oynuyor. Yönetmenin beklentileri ile oyuncunun sanrısı arasındaki çelişkiyi yaşamamak için profesyonel oyuncu tercih etmeyeceğini söylüyor Bilge. "Annemin, babamın ve Saffet'in başarısı rollerini önemsemeyişlerinden kaynaklanıyordu" diyor. "Rolleri umurlarında değildi, sırf oğulları için katlandıkları bir dizi oyundu bu ve bir an önce bitmesini istiyorlardı". Bilge'ye oyunu seçimi ve yönetiminin Bresson'a benzediğini hatırlatıyorum. Flaherty ve Jon Jost da profesyonelliği reddeden bir anlayış içerisindeydiler. "Bazı yönetmenler oyuncuya oyuncu demezler 'model' derler. Model, öykünün aktarılması için bir taşıyıcıdır ve sadece repliklerini okumalıdır." Bresson'un elli altmış çekim yaptığını anlatıyor. Oyuncu ne zaman bitkin düşer, sıkılır ve yüzü ifadesizleşirse o zaman çıkarmış Bresson'un istediği oyun. "Açıkçası ben oyuncunun öyküyü bilmesini bile istemiyorum" diyor. Gerçek hayat operet kıvamında, abartılı ifadelerle yaşanmıyor çünkü. Çoğunluk sessiz ağlıyor, küçük bir gülümseme ile mutlu oluyor ya da duyarsız kalıyor. Bilge mümkünse oyuncu kendi kendisini önemsemesin istiyor. Rol yaparken başka bir şeyler düşünsün, yaptığı işin kutsal ve erdemli bir iş olduğunu sanmasın.

Önce 'Görüntü' vardı

Batıda sanata verilen önemin aydınlanma sonrasında din ile ikame edildiğini biliyoruz. İlham perileri kilisenin hayli kirlenmiş hesap defterini taşımayı bırakıp ressamlara poz verdiler. Sanat öyle büyük, öyle yüce, öyle kurtarıcı, hatta özgürleştirici oldu, öylesine tanrısal sıfatlarla donandı ki tartışılamazlığı bir zamanların kilise değerlerini aştı. Sanata bakışın bu etkin versiyonu zaman ve mekan engellerine rağmen gecikerek ve daha da içeriksizleşerek ülkemizi de etkiledi illaki, 'bu eser sanat eseri ise iyidir' dokunulmazlığına 'Batılıya imrenme' fenomeni de katılınca kendisiyle iştigal eden zümrenin içeriğini ve estetik düzeyini sorgulamadığı bir tabu haline geldi. Sınıfsal bir olgu olarak 'derdi başından aşan' ve böyle 'sosyetik' şeylerle asla ilgilenmeyecek olan tabana çarpınca da Türk filmlerine ve varyetelere bile yansıyacak kadar şenlikli bir tablo çıktı ortaya. Tanımı ve işlevi rölatif olan sanat, insanın mutlak kurtuluşu olamadı, ama kaynağına göre doğru ellerde kurtuluşun insan kadar sayısı ve biçimi olduğunu gösterdi, hayat içindeki referansları estetize ve stilize ederek farklı anlamlarla tekrar sundu bize.

Nuri Bilge Ceylan, 'sanat bir kıvılcımı, bir salınımı başlatmak'tır diyor. Tıpkı domates fidesini toprağa ekmek gibi; ne eksik, ne fazla. Kutsal veya şiirsel olan sanat değil. "Bana öyle geliyor ki hayat, şiirden daha şiirsel. Sanatçının görevi de bu şiirsel anları bir düzen içinde hayatın içinden çekip çıkarmak." Oysa Oscar Wilde şöyle der; "Farkında mısınız, son günlerde doğa ne kadar da sanat eserini taklit ediyor!" İlk bakışta Wilde'ın söylediği gariptir, ama söylenenden murad; sanat eseri ile beslenen gözün doğayı artık daha farklı algılayacağı, doğanın inceliklerindeki performansı takip etmeye başlayacağıdır. "Sanatın görevi de budur işte" diyor Bilge. Filmdeki diyalogların ve temelde öykünün aksadığı bazı noktalara dayanarak o kadim sorundan, biçim-içerik dengesinden dem vuruyorum. O kıvılcımı 'ne' verir insana, ya da 'nasıl' mı demeli? Kısaca, önce 'söz' mü vardı yoksa 'hareket' yani 'görüntü' mü? Benim için anlatılan şey anlatma şeklinden bağımsız ya da daha önemsiz değildir, diyor. "Hatta bilakis, sözün içeriği ya da öykünün kendisi benim için çok bir şey ifade etmiyor. İç dünyamızın ne kadarını dökebiliriz ki söze veya ne kadar öyküleştirebiliriz gereğimizi?" İnsanların söylediklerinden çok söyleme hatta söyle-me-me ve hatta dinleme şekilleri daha çok bilgi taşıyor ona. Sözün nereye kadar olduğu ile değil onun arka planındaki rengi sezinleyerek 'bilgileniyor' Nuri Bilge Ceylan. Dolayısıyla sinema dili de şimdiye kadar zaten söylenmiş olanı 'nasıl' söylerim endişesi ile paralel.

Tevekkül ve nihilizm

Ceylan, karakterlerin rol yapmıyorlarmış gibi düz ve abartısız oynamalarını sağlarken onları allegorik (simgesel) değerlerle derinleştirmeyi de başarmış. Dede tavrını gelenekten, kaderci bir hayat anlayışından yana koyarak güven ve sükun bulabilirken, pozitivist baba 'bilgi'nin faydalılığından dem vuruyor, tarihi ve doğayı determinist anlayışla açıklayan babanın tam karşısında 'her şeyin boş' olduğunu savunan Saffet var. Sırasıyla geleneği, modern pozitivizmi ve nihilizmi temsil eden üç kuşak, üç ayrı anlayış ateşin başında, küçüklerin gözleri önünde 'gösteriyorlar kendilerini'..
Nuri Bilge anılardan derlediği bu hareketli aile albümü ile seyirciyi çok önemsememiş gibi görünse de aslında öyle olmadığını itiraf ediyor. "Sonuçta muhakkak ki seyirciye yazdığım bir mektup bu. Çünkü bir insan bir eser meydana getiriyorsa bunu sevilmek ve onay görmek için yapar. Yalnızlıktan kurtulmak istiyordur, eserin oluşum sürecinde bile hastalık gibi algılanan farklılıkları onaylatma isteği vardır..."