nbc home  

Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi
'Hayatı anlamaya çalışıyorum'
Ercüment Dursun, Zaman Gazetesi, 26 Kasım 1997

DÜŞLERE DOĞRU.
Nuri Bilge Ceylan ismi zihnimize siyah-beyaz stilize fotoğrafları getiriyor önce. Ardından 'Koza' adlı kısa metrajlı yine siyah-beyaz filmini hatırlıyoruz. Son olarak da Adana ve Antalya film festivallerinde özel ödüller alan Kasaba filmini. Sanatçı hem fotoğraf hem de sinemayı kendisiyle özdeşleştirerek, bir dünya kurmuş. Bu dünyada kendini, kendi gerçekliğini, dış gerçeklikle kendi arasındaki sınırları arıyor. Kendine dönüyor, dışa dönüyor.
Nuri Bilge Ceylan'ın, çok özel ve özgün bir sinema dili var. Popüler sinema kaygısı taşımadan, sadece ilgi duyanlar için sinema yapıyor. Piyasa şartları, seyirci beklentileri, hele hele de çok para kazanmak onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Aslında o konuşmayı da fazla sevmiyor. Belki de onun için görüntülerden oluşan bir dil kullanıyor kendini anlatmak için. Kurduğu bu bireysel dünyası 'yabancı'lara da o kadar uzak değil. Orada bizim de kendimizi bulabileceğimiz unsurlar var. Nuri Bilge Ceylan'ın sineması Türk sineması için bir kazanımdır, artı değerdir. Onun tavrını ve duruşunu takdirle karşılıyorum ve alkışlıyorum. Her ne kadar idealizme karşı buruk olduğunu ihsas etse de aslında bu tavrı ve duruşuyla tam bir idealist.
Kasaba, Nuri Bilge'nin ilk uzun metraj filmi. Çocukluk düşlerinden oluştuğu söylenebilir. Çocuklarla büyüklerin dünyasını karşılaştırmak bir nevi. Geçmişle günümüz arasına atılan bir ilmek veya sanatçının kendi geçmişiyle yüzleşmesi de denebilir. Ama Kasaba göründüğü kadar da kişisel değil. Seyredince kendi çocukluğunuzla ortak noktalar bulacaksınız. Kasaba 28 Kasım'da Beyoğlu Pera Sineması'nda gösterime giriyor. Bence siz de bu Kasaba'ya uğrayın.



İlk filminiz Koza ve ikinci filminiz Kasaba arasında çocukluk ortak paydasını tespit ediyoruz. Nedir sizi çocukluğa çeken şey. Özlem mi, nostalji mi, yoksa bir tür hesaplaşma mı?
Büyükler dünyasının değerleri çocuk bakışıyla karşılaştırılmadığı müddetçe iyi anlaşılamıyor. Çocuk bakışı direk ve önyargısız. O bakışla gösterdiğin zaman daha nesnel bir bakış sağlanıyor. Bunu kendi çocukluğuma duyulan bir özlem gibi almamak lazım. Genel anlamda çocukluk olgusunun benim için önemli olmasına, çocuk bakışına, çocuk ruhuna yitirilmiş bir değer olarak verdiğim öneme bağlamak lazım. Büyüğü ve çocuğu yan yana koyarak bir kıyaslama yapmaya da çalıştım.

Ama bu çocuksu bakışa dönüşte, filmin bize sunduğu dünyada eleştirel bir bakış da var. Sanki yitip giden birtakım değerler karşısında, günümüzden geçmişe dönüş, orda, eski olanda bu yitirilmiş değerleri arama gibi.
Eleştirme demeyelim de anlamaya çalışma. Kendim için de sürekli sorduğum sorular bunlar. Sadece geçmişte değil her zaman her yerde sürekli aranan yanıtlar. Sonuçta üç büyükler dünyasına koyduğum, üç kutup diyebileceğimiz unsurlar arasında kıyasıya bir mücadele var. Neyin doğru olduğuna, kimin haklı olduğuna emin olmak zor. Küçükler dünyasından büyükler dünyasına geçtikçe bu sorular insanın kafasına daha çok takılmaya başlıyor. Ateşbaşı sahnesindeki üç karakteri çatıştırarak kendim de anlamaya çalışıyorum bir yandan. Bazen biri haklı geliyor, bazen diğeri. Ama kesinlikle taraf tutmamaya çalıştım.

Filmde bu çok açık belli oluyor. Sinemasal dünya için bu sınırlar çok net değil. Peki gerçek yaşamda Nuri Bilge Ceylan için de bu sınırlar bu kadar belirsiz mi?
Çok net değil. Yani inandığım şeylerle yaşadıklarım arasında bir fark varolabilir. Mesela inancı bilinçli olarak savunuyor olabilirim. Fakat bu konuda ruhtan gelen, içten gelen bilincin denetleyemediği dirençler var. Aradaki çatişma bir tür acı yaratabilir. Bu acının üstüne gitmek isterim. Onun için anlamak diyorum. Eleştirmek için emin olmak gerekir. Ben, belli değerlerin çok net bir şekilde kabul edildiği ve öğretildiği bir çevrede yetişmedim. Babam çevremde yaşayan insanlardan farklıydı. Farklı bir otorite oluşturuyordu. Yani, hayat içindeki yolculuğum farklı görüşlerin etkisinde kalarak gelişti. O yüzden biraz kafası karışık bir gelişmem oldu denebilir.

Ateşbaşı sohbetinde üç büyüğün farklı dünya görüşleri etrafında öbeklenen konuşmaları var. Biri nihilist, biri pozitivist diğeri de geleneksel anlamda mü'mini temsil ediyor. Fakat o üçlünün içinde Amerika'dan gelen babanın konumu biraz farklı gibi. Sanki babaya karşı bir nebze eziklik hissediyorsun? Bunun gerçekliği var mı?
Olabilir. Tam bilmiyorum, düşünmek lazım. Filmdeki baba, hemen hemen tıpatıp babamdır. Dede de benziyor. Saffet karakteri de hemen hemen var. Babam, ben iki yaşımdayken, öğrendiği bilgileri memleketinde uygulamak, oraları geliştirmek için, son derece idealist amaçlarla tayinini taşraya çıkarttı. Annesinin ve babasının yaşadığı kasabaya yerleşti. Sekiz yıl boyunca sürekli bir faaliyet içerisindeydi. Ve yıllar içinde babamın giderek bu ideallerinin hayal kırıklığına dönüşmeye başladığını adım adım izledim. Yani bir ödülünü alamama, bunların boş gelmeye başlaması gibi. Ve bu süreç muhakkak ki bizde de birtakım etkiler yapmıştır. Ve giderek daha münzevi, kapalı bir hayata doğru yürüdü. İnsanlardan kendini yalıtacak yeni yöntemler yarattı. Acıdır ki taşranın acımasız değer yargıları içersinde babam, gerçekte en değerli özellikleri nedeniyle biraz dudak bükülen biri olmuştur. Bu nitelikleriyle hiçbir zaman gerçekten onay görmemiştir.

Babanın idealizmi, sukut-u hayal oluyor. Babanın bu karşılık bulmayan idealizminin size yansıması nasıl oldu? Yani siz idealizm hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizde idealizm duygusu kırılmaya uğradı mı?
Daha temkinli, daha hazırlıklı, daha kül yutmaz hale geliyorsunuz ister istemez. Tabi çocukken insan, çoğunluğu haklı sanabiliyor ama sonradan taşlar yerine oturuyor. Akarsu iyi bir ayna değil ama su durunca onda kendi yüzünü görebiliyor insan. Yani babamın değerini ya da haklılığını anlayabilmem için biraz büyümem gerekti. İdeallerle yaşamak kolay değil. Pratik hayat, düşünsel ilkelere ayak direyebiliyor. Yapacak birşey yok. Ama idealler bize pusula vazifesi görüyor. Bir bakıma hayatı kolaylaştırıyor. Soruları azaltıyor. Ama gerçekçilik ne yaparsanız yapın idealizmi zedeler. Her yanından amansız sorularla markaja alır. Değerden düşüp gevşemesine neden olur. Çünkü esesen hiçbir ideal tam olarak her açıdan ideal olamaz.

Türkiye için çok özel ve farklı bir sinema dilin var. Bir kısa, bir uzun metraj filmle bu özgünlüğü yakaladın. Bu özgün sinema dilini nasıl oluşturdun. Bu oluşumun arkasında neler var? Kimlerden etkilendin?
Muhakkak ki sinemada çok etkilendiğim insanlar var. Edebiyattaki etkilenmeler ve hayattaki gözlemlerin de bu dilin oluşumunda payı var. Sinemada Ozu, Bergman, Tarkovsky ve Bresson'dan etkilendiğimi söyleyebilirim.

Filmi yaparken seyirciyi düşünür müsün? Filmin ulaşacağı kitlenin tavrı seni filmi üretirken etkiler mi?
Açıkçası seyirciyi düşünmüyorum. Onlara hoş gelecek, beklentilerine cevap verecek şeyler yapmayı istemiyorum.

Türk sinemasında Türkiye'ye has, bu kültürün köklerinden beslenen bir sinema dili oluşturulabilir mi? Bu konuda düşüncen nedir?
Türk insanını diğer dünya insanlarından ayıran birtakım özellikler var. Türk sinemasının öncelikle Türk insanını çok iyi betimlemesi lazım, kendi kimliğine kavuşabilmesi için. Örneğin İran sinemasının yaptığı gibi. Bu konuda herhalde en takdir edilecek sinema da İran sinemasıdır. Sonuçta Türk sinemasının olabilmesi için daha yaratıcı ve özgün bir dil oluşturmak gerek. Mevcut şartlarda Türk sinemasında özgün bir dilin oluşmasını hayal etmek bana biraz fazla gibi geliyor. En azından karakterleri belirli bir düzeyde işleyen bir sinema hayal edebilirim. Sinema yapan insanın daha içten olmaya çalışması gerekir, bu hususta söyleyebileceğim tek şey bu. Yoksa sadece hat sanatını, ebru sanatını konu alan film yapınca Türkiye'ye has bir dil yaratmış olmuyorsun, sadece o konuyu ele almış oluyorsun.