nbc home  

 

Altyazı

HAMİL-İ   FİLM  YAKINIMDIR
Orkun Yeşim, Altyazı Dergisi, Ocak 2003

Nasıl da filmlere kapılarak yaşıyoruz –en azından bazılarımız? Gönül rahatlığıyla filmlerin ‘ancak filmlerde olur’luklarına bırakabiliyoruz kendimizi. Gereklilikleri ve gerçekçiliği fırlatıp bir kenara atıyoruz; üstümüzden bir yük kalkıyor. Hafifliyoruz. Çocukluk neşesine çocuksuluğu sineye çekerek geri dönüyoruz. Patlamalarla, kovalamacalarla dolu filmlerden çıkıp sokaklarda nefessiz kalana dek koşmak istiyoruz –bazılarımız koşuyoruz. Filmlerde dilimiz tutuluyor; sinemadan çıkınca, ömrümüzün geri kalanında konuşmama kararı alıyoruz- bazılarımız uzun süre konuşmuyoruz. Yolda yürürken yanımızdan geçenlerle, aniden bir iki muammanın sırrına erebileceğimiz konuşmalar yapıp yeniden önümüze dönerek, hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam edebileceğimizi varsayıyoruz. Kalabalık bir otobüste oturduğumuz yerden kalkıp şarkı söylemeye başlasak, otobüsün koridorundaki kalabalığın kenarlara çekilip şarkımızı dinlemeye koyulacağına, nakaratlarda bizi yalnız bırakmayacağına inanıyoruz. Bazılarımız. Yağmurlu bir akşamda önümüze gelen ilk sokak lambasının etrafında dans etmeye başlasak, step yapmaktaki ustalığımızın farkına varacağımızı, farkına vardıracağımızı içimizden içimizden biliyoruz. Önemli bir toplantıda son cümlemizi söylerken, gaipten gelen fon müziğinin kapanışında vurmalılara geçildiğini duyuyor, ortalığın alkıştan inlediğini, konuşmamızı ziller eşliğinde tamamladığımızı sanıyoruz. Kavga ettiğimiz arkadaşımıza, aslında, eski bir filmde gördüğümüz arkadaşlararası yakınlık dozunu tutturamadığı için kızdığımızı neden sonra ansızın fark ediyoruz. Demek ki bu doz da tutturulabiliyormuş, diye düşünüyor, kendimize bir kez daha hak veriyoruz. Bir sabah uyanınca, unutamadığımız bir filmde kendisine hayran kaldığımız aktör gibi giyinmeye başlamaya ama bunu çevremize fazla da belli etmemeye karar veriyor, bizi ona benzetenlere şaşkınlık dolu bir ifade takınarak teşekkür ediyoruz. Evet, yapıyoruz. Üstelik, tüm bunları düşünmenin sıradanlığının bilincinde olduğumuz halde böyle düşünmekten vazgeçmiyor, gerçekçilikten uzaklaşabilmekle gurur duyanların kardeşliğini ilan ediyoruz. Bilinçsizce cazibesine kapıldığımız bazı filmlerin etkisi ise çok belirsiz, dağınık ve dile gelmez oluyor; bazı filmlerin içimize işlediklerinin uzun süre ayırdına varamıyoruz. İşte bu filmler de –tıpkı gönüllü kapıldıklarımız gibi- hayatımıza nüfuz ediyor, hatta gerçekçiliğe ihtiyaç bırakmayan inancımıza dayanak olabiliyor.

Uzak’ta, kasabasından uzaklaşan bir gencin şehirde iş ararken yanında kaldığı, insanlıktan uzaklaşmış, fotoğrafçı akrabasının hikâyesi anlatılıyor. Fotoğrafçı sadece bu davetsiz misafire tahammül göstermekten uzak değil. İşine heves göstermekten de uzak. Aşık olduğu eski karısının uzaklara gitmesine tepki gösteremeyecek kadar, tutkuları uğruna eyleme geçmekten uzak. Cinsel yaşamını paylaştığı insana, onunla aralarındaki sorunları konuşmayacak kadar uzak. Film izlemeye düşkün ama yakınlık kurma fikrinden, kendisini içinde izlediğimiz filmin yönetmeninin aksine, filmleri bile bir başkasıyla yakınlık kurma aracı olarak kullanmayacak kadar uzak. Böyle bir uzaklık adamının hikâyesi, karakterin tavrının tam tersi benimsenerek anlatılıyor.

Uzak’ın bir cümlede açıklanabilecek türden bir iletisi yok. Filmde zorunlu çıkarımlara işaret eden bir hikâye aktarılmıyor; olası çıkarımları büyük ölçüde engellemeyen bir hikâye kuruluyor. Seyircilere öncülük yerine yoldaşlık ediliyor. Filmi yapanların kendilerini konumlandırdıkları saf, film içinde, seyircilerin yanı başındalarmış gibi yakından görülen ve onlarla aynı yöne dönük duran film kişilerininkiyle aynı. Filmi yapanlar, film kişileri gibi, seyirciyi bu hikâyeye kendileriyle birlikte bakmaya davet ediyor. Seyircilerin filmde gördükleri de bu yakınlığı besliyor. Uzak’ın oyuncu kadrosuna yönetmenin önceki filmlerinden aşinayız. Bir yönetmenin benzer oyuncu kadrolarıyla çektiği filmleri seyretmek, filmin nasıl çekildiğini de seyretmek gibi bir hâl alıyor. Oyuncuların filmler boyunca süregiden maceralarına biz de seyirci koltuklarından katılıyoruz. Bu oyuncuların canlandırdıkları karakterler de, bizim yaşadığımız, hatta filmi seyrederken içinde bulunduğumuz mekânlarda dolaşıyor; filmde gördüğümüz sinema bile, filmin kendisinin de gösterildiği sinema. Dahası, filmde en çok kullanılan iç mekân, yönetmenin kendi yaşadığı ev. Hikâye anlatıcılarının kendileri için seçtikleri konum da, hikâyelerinin içine kattıkları da, hikâyesi anlatılan kişinin temsil ettiği uzaklığa karşı çıkışın göstergesi.

Uzak’tan gelip içimize nasıl işlediğinin –belki de çok sonraları- farkına varabileceğimiz, muhtemelen, uzaklığa ilişkin netlikle açıklanabilecek bir yargıdan ziyade, bize gösterilen/bizim gördüğümüz yakınlığı hatırlatan puslu bir ruh hali olacaktır.