nbc home  

 

İNSAN RUHUNA EN YAKLAŞTIĞIMIZ YER: UZAK

Kemal Yıldızhan, Diyarbakır Anadolu Kültür, Kasım 2004


İlkinden başlayarak, her raunda başımıza aldığımız komple darbelerle dördüncü raunda kadar geldik. Daha kaç raundu böyle çıkarırız bilinmez. Nuri Bilge Ceylan’ın ilk kısa filimi ‘Koza’dan sonra, uzun metrajlı filmleri ‘Kasaba’, ‘Mayıs Sıkıntısı’ ve ‘Uzak’ta da yine aynı duyguları yaşıyoruz: kafamız karışık, içimizde bir boşluk, dışarının insanı yutan atmosferine dalmadan ve kimseyle konuşmadan, anlatılanda kendimizden parçalar bularak ayrılıyoruz salondan.

Yürümek, yürümek, yürümek istiyoruz… Issız bir ormanda, patika bir yolda, yahut Mahmut’un denize karşı oturduğu banka usulca ilişip, sigaramızdan derin nefesler çekerek anlamak istiyoruz hayatı. Filmin hüznüne hüznümüzü, Mahmut’un yalnızlığına yalnızlığımızı katmak istiyoruz. Zaten hayat denilen şey biraz da yalnız yaşanmıyor mu?

Nuri Bilge Ceylan, ‘Uzak’ta, üniversite sınavında dikiş tutturamamış, çalıştığı fabrikadan da çıkarılmış, bu yüzden gemilerde iş bulmak, başka diyarlarda dolaşmak umudu ile İstanbul’a gelen Yusuf (Mehmet Emin Toprak) ile önceleri sanat, sonrasında ticari fotoğraflarla hayatını kazanan, İstanbul’a yerleşik Mahmut’un (Muzaffer Özdemir), akrabalıktan kaynaklanan zorunlu ama sıkıcı birlikteliklerinin hikayesini anlatır.

Uzak, filmin şifresi, Mahmut’un hayata olan mesafesidir. İşine, sevgilisine, eski eşine, kasabadan gelen akrabasına, hasta annesi ve kız kardeşine, arkadaşlarına, hatta hayatta olmak istediklerine…

Farkındadır. Bir adım atıp, çizginin diğer tarafına geçmek, bütün bu mesafeleri kaldırmak mümkündür. Arabayı durdurup, eskiden olduğu gibi fotoğraflar çekmek, iyi gitmeyen yasak ilişkisine çekidüzen vermek, yüzüne söyleyemediği sevgisini, telefonda dahi olsa bir çırpıda eski karısına söyleyebilmek, akrabası Yusuf’un, kasabalı, müşkül halini anlayabilmek, annesine daha fazla vakit ayırıp hastalıklarıyla ilgilenebilmek, fotoğraflarda kalan aile özlemini kız kardeşiyle giderebilmek, arkadaşlarıyla ağız dolusu bir tartışmaya girmek, ikna olmak, ikna etmek, öfkelenmek, gülmek, onlarla paylaşmak mümkündür. Ama ‘Uzak’, bu adımı atamamanın filmidir. Onarmak isteyip de onaramamanın, dokunmak isteyip de dokunamamanın…

Nuri Bilge Ceylan, içimize dokunan bu anlatıyı, karlı bir İstanbul atmosferinde, sanki her biri usta bir fotoğraf karesiymiş gibi, sözün hükmünün geçmediği bir sinema diliyle veriyor. Onun karakterleri, en çok durağan anlarda, kendi ile baş başa kaldıkları anlarda büyüyor. Düşmüş omuzun üzerine doğrultulan bir bakış, sigaradan alınan derin nefese ortak edilen bir iç çekiş, boşluğa asılı bırakılan gözlere yöneltilen objektif, karakterlerin en sahici, en etkileyici hallerini yakalıyor.

Onun sineması, aynı zamanda nesneleri ve durumları yansıtan bir sinemadır. Mahsun, yatık bir gemi, boşlukta sallanan bir halka, boş sokaklar, boş caddeler, büyük, kasvetli bulutlar, anlatmak istediği insana onu yaklaştıran araçlardır. Objektifini nesnelere yöneltirken bile, onların insanla olan ilişkilerini anlatır. O, insanın kendiyle olan hesaplaşmasını, ‘sezgileriyle ya da algılarıyla yakalayabildiği hayatı’, kendine özgü bir dille anlatır. Tıpkı ustaları Bergman gibi, Tarkovski gibi…

Onun sineması, genellikle, ailesinden ve tanıdıklarından oluşan oyuncularla, yine tanıdığı bir dünyanın anlatımı ile geçer. Uzak’ta kullanılan ev ve arabanın, Nuri Bilge Ceylan’ın evi ve arabası olduğu düşünüldüğünde, yakalanılan başarının kaynaklarına da ulaşmış oluruz. O en iyi bildiği şeyleri, yine en tanıdık insanlar ve araçlarla anlatır.

‘Uzak’, bütün bu anlatım özellikleri ve kullandığı teknikle, insanda varolan yabancılaşmanın altını çizerken, Nuri Bilge Ceylan, varolanları göstererek, kendisinin durduğu yeri de belirtiyor. ‘Bunlar var ama, ben bunların dışında olmak istiyorum’…Otobiyografik özellikler de taşıyan ‘Uzak’ta, uzak olanları da göstererek yaklaşmanın ip uçlarını da veriyor.

Uzayan bu yazıyı özel bir iki değerlendirmeyle bitirmek istiyorum. ‘Uzak’ta kullanılmak üzere Mısır Çarşısından alınan farenin, zarar verilmeden alınan yere iade edilmesi, İFSAK’ın düzenlediği kısa film yarışmasında, tek seçici olduğu ve kararsız kaldığı, ancak sonunda elediği iki gencin yaptığı belgesel nitelikli filmin aklından çıkmaması, daha sonra düşündüğünde haksız bir karar gibi gelen, filmi edinip yeniden izlediğinde haksız olduğunu düşünüp, aldığı para ödülünü onlarla paylaşması, ekibindeki her insanı incitmeyen ve dertlerini dert edinen üslubundan, yabancılaşan dünyamızda insana yakın kalmak üzerine ürettiği için bu yönetmeni çok sevdim.

Dilerim ki, bu maç daha çok uzun sürer.