nbc home  


Evrensel Kültür

 

Hayata Yakın Duran Bir Film: UZAK

Yeşim Dinçer, Evrensel Kültür Dergisi, Sayı:139, Temmuz 2003

Nuri Bilge Ceylan’ın üçüncü uzun metrajlı filmi Uzak, Cannes film festivalinde Altın Palmiye’den sonraki ikinci en büyük ödül olan Büyük Jüri Ödülü’nü ve En İyi Erkek oyuncu Ödüllerini aldı. Daha doğrusu, bu sonuncu sürpriz ödül filmin iki başrol oyuncusu Muzaffer Özdemir ve artık, aramızda olmayan Mehmet Emin Toprak arasında paylaştırıldı. Ödüllerden sonra, Uzak’ı farklı ve özel kılan nedenleri dile getiren epeyce yazı yazıldı, sinema yazarlarıyla çeşitli röportajlar yapıldı. Hepsi de yönetmenin kendi sinema dilini oluşturmada ne denli başarılı olduğu noktasında birleşiyordu.

Nuri Bilge Ceylan, Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı’nı Kuzey Ege’de, ailesinin yaşadığı kasabada çekmişti; Uzak ise İstanbul’da geçiyor. Uzak biraz da İstanbul’un taşraya olan uzaklığını anlatıyor denilebilir. Filmin öyküsü, Mehmet Emin Toprak tarafından canlandırılan genç işsiz Yusuf’un köyünden kalkarak İstanbul’da yaşayan akrabası Mahmut’un (Muzaffer Özdemir) yanına gelmesiyle başlar. Eşinden boşanmış, yalnız yaşayan ve yalnızlığını korumaya kararlı Mahmut, Yusuf’un iş bulma ümidinin zayıf olduğunu bilmektedir. Bu misafirliğin fazla uzamamasını ümit ederek “Senin bir iş bulman ne kadar sürer?” diye sorar. Yusuf’un gemilerde çalışmak, dünyayı görmek istediğini öğrenince de; “Ne göreceksin ki? Nereye gidersen git, her yer aynı!” der. Köyüyle dünya arasındaki mesafeyi aşmayı düşleyen Yusuf, konuk olduğu evde, Mahmut’a ulaşacak kadar bile yol alamaz. İkisi de Yusuf’a “Uzak”tır.

Reklam fotoğrafçılığı yaparak geçinen Mahmut, bir işi ve evi olmasına rağmen, belki de Yusuf’tan daha yoksuldur. Mozart dinler, Tarkovski’nin filmlerini seyreder, kitaplığında Dostoyevski’nin bir fotoğrafı asılıdır. (Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak’tan sonra Dosyotevski’nin Ecinniler’ini çekmeye hazırlandığını okuduk gazetelerden.) Ama belli ki sanat mutlu olmasına pek yardımcı olamamaktadır. İnsan yoksulluğudur Mahmut’unki… Ümitlerini yitirmiştir, küskündür, kimseyi sevmez, sevse de bunu göstermez, duvarlar örer. Cinsel açlık çeker ama fırsatı varken bile kadınlarla iletişim kurmayı başaramaz.

Evi, Mahmut’un sığınağı, kimseyle paylaşmaya hevesli olmadığı kalesidir. Yusuf’un gelmesiyle birlikte sınırları ihlal edilmiş olur. Fotoğraf çekilerinde kendisine yardımcı olan Yusuf’un emeğinin karşılığını öder ama hırsızlık yaptığından kuşkulandığında –belki de bu misafirliğin artık çok uzadığını düşündüğünden- onun eşyalarını izinsiz karıştırmaktan çekinmez.

Mahmut’un Yusuf ve onun gibiler hakkında hissettikleri, en belirgin olarak, Yusuf kendisinden iş bulmasına yardımcı olmasını istediğinde ortaya çıkar: “Hiçbir vasfınız yok, olması için çabanız da yok. Dayıyla, amcayla, bakanla, milletvekiliyle halletmeye alışmışsınız işlerinizi… Ben İstanbul’a geldiğimde cebimde otel parası bile yoktu. Tırnaklarımla kazıyarak başardım.” Mahmut’un kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen bu sözleri, bireysel mutsuzluğunun toplumun duyarsızlığından kaynaklandığını düşünen aydınımızın tipik durumunu yansıtır.

Yine de filmin tüm öyküsü bundan ibaret değildir. Eğer böyle olsaydı, Uzak’ta umuda hiç yer kalmazdı. Bir kere Yusuf vardır. Küçük hileler yapar (Mahmut’un telefonunu gizlice kullanır) ama merhametlidir (yakaladığı fareyi sokak kedilerinin insafına bırakamaz), iletişime açıktır (Mahmut’un sürekli gittiği barda yapamadığını yapar, gemiciler kahvesinde arkadaş edinir), hasta annesi için endişelenir, ona para gönderemediği için sahiden üzülür. “Yeni Film” dergisinin 1. sayısında (Nisan-Haziran 2003) Bülent Görücü’nün yaptığı saptamaya katılmak olanaksız: “…Ceylan’ın erdeminin Mehmet Emin’i (Yusuf’u) anlatabilmiş olması olduğunu düşünüyorum. Yoksa Mahmut tipi, sinemamızın son 20 yıllık tarihinde karşımıza çıkan ‘bunalan’ tiplerinden farklı olmazdı.”

Uzak’ta umudu dirilten ikinci nokta filmin son kareleridir. Mahmut deniz kenarındaki bir banka oturur ve iç hesaplaşmasını yapar. Bu ondaki değişimin işaretleridir aynı zamanda. Bir film karakterinin söze dökmeden iç hesaplaşmasını nasıl yaptığına gelince… İşte filmi ayrıksı yapan şey tam da burada gizli.

Derdini sözcüklerle değil görüntülerle anlatan bir film Uzak… Yusuf konuşmaya hevesli ama zaten İstanbul’da Mahmut dışında kimsesi yok. Üstelik Yusuf çelişkiler yaşayan birisi değil. Hedefi son derece somut: Uluslararası ticaret yapan bir gemide tayfa olarak iş bulacak, o da olamazsa fabrikada bekçilik. Filmin ruhsal değişim geçirmeye aday karakteri Mahmut’a gelince; iletişim isteği de, yeteneği de iyice sınırlıdır. Dolayısıyla senaryoda her şeyin enine boyuna tartışıldığı, uzun diyaloglara yer verilmez. Olanlar da filmin ruhuna uygun olarak kesik kesiktir.

Kamera kullanımı da farklıdır filmde. Amerikan filmlerinde görmeye alıştığımız gibi, kameranın oyuncularla birlikte hareket ettiği sahneler sınırlıdır. Onun yerine oyuncular kadraja girip çıkarlar. Filmin bir parça ağıt tempolu olduğuna yönelik eleştiriler de büyük ölçüde buradan kaynaklanır. Ancak burada farklı bir sinema estetiğidir söz konusu olan. Filmdeki kişilerin iç dünyası, onları çevreleyen objelerle, insanlarla ve bunların konumlarıyla yansıtılır. Bu bakımdan özle biçim uyum içindedir.

Filmde iç ve dış mekânların kullanımına bu noktadan bakmak ilginç olabilir. Mahmut’un evi çirkin apartmanların bitişik düzende sıralandığı dar ve uzun bir sokaktadır. Sokak, apartmanın girişi ve sokağa bakan küçük daire klostrofobik bir etki yaratır seyircide. Metropol insanı, tıpkı Mahmut gibi, bu konserve kutularının içinde sıkışıp kalmıştır. Duvarlara bakarak yaşar, yalıtılmıştır. İç dünyası da bundan farklı değildir üstelik. Mahmut’un dairesindeki çekimlerde kadraja sık sık giren duvarlar, kapılar, hatta kolonlar bu sınırları yansıtır. Hatta bazı sahnelerde kamera, odanın üç duvarıyla birlikte tavının bir kısmın da alacak şekilde açılandırılmıştır.

Mahmut evde oturup televizyon seyredecek zaman öldürür ya da hep aynı kafe-bar’a giderek tek başına bira içer. Kafe’de hep aynı iki kişilik masada, kapıya sırtını vererek ve solundaki duvara yaslanarak oturur. Oysa Yusuf karın lapa lapa yağmasına aldırmadan dışarı çıkar, etrafı seyreder. Yusuf’un tek başına gösterildiği dış mekân çekimlerinde kameranın açısı genişler, İstanbul karla birlikte benzersiz bir güzelliğe bürünür.
Nuri Bilge Ceylan’ın amatör oyuncularla sağlamayı tercih ettiği, bu oyunculardan bir kısmını kendi aile çevresinden seçtiği üzerinde çok duruldu. Yönetmen koşulların da etkisiyle böyle bir başlangıç yaptığını, sonra da bunu avantajlı bulduğunu söylüyor. Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak düşük bütçelerle, küçük ekiplerle kotarılan filmler, ancak Uzak’ta profesyonel oyuncular da var: Zuhal Gencer Erkaya, Feridun Koç televizyon dizilerinden de aşina olduğumuz yüzler. Nazan Kırılmış Devlet Tiyatrosu oyuncularından. Hepsi de gerçekten çok başarılı.

Bunca ödüle, yazılı ve görsel basındaki gönüllü tanıtıma rağmen Uzak, gösterime girdiği 20 Aralık 2002 tarihinden itibaren bugüne değin, Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi verilerine göre yalnızca 25.000 civarında seyirciye ulaşabilmiş. Bu rakam hiç değilse 100.000 olmamalı mıydı? Çok satan bir kitabın erişebildiği okur sayısını düşünerek söylüyorum bunu… (Belki merak eden olur: Gişe sıralamasında O Şimdi Asker 1.630.000 seyirciyle birinci.)
Oysa Uzak yalınlığın basitlik olduğunu düşünenlere verilmiş iyi bir cevap. Sahiciliğiyle seyirciyi saran, etkisi uzaklaştıkça çoğalan bir film. Günler sonra bile kareleri tek tek hatırlayabiliyor, hatta daha önce fark edemediğimiz kimi ayrıntıları keşfedebiliyorsunuz. Bu da gör selliği çok güçlü bir filmle karşı karşıya olduğumuzun bir kanıtı. Ham metaforlardan, kof aşklardan, postmodern hokkabazlıklardan sıkılanlara özellikle tavsiye ediyorum.