nbc home  


Nuri Bilge Ceylan sineması

Ahmet Sarı, Gösteri Dergisi, Sayı:250, Temmuz-Ağustos 2003


Sade dili, amatör figürleri, Hollywood filmlerinin yüksek meblağdaki çekim bütçesi göz önüne alındığında oldukça mütevazı olan çekim bütçesi, çekim ekibi azlığı ile ‘tutkusuz, renksiz, tekdüze görünen hayatın sinemaya uyarlanması olan Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri TRT ve Kültür Bakanlığı tarafından hak ettiği desteği göremese de gerek yurt içinde gerek yurt dışında sinema çevrelerinden büyük ilgi gördü ve ödüller aldı. Bunun son örneği de ‘Uzak’tı.


Uzak Nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan
benim için
Gidecek yer ne kadar uzak olabilir?
İsmet Özel


Türk sinemasının tarihi seyri düşünüldüğünde bu görsel sanat hususunda o kadar da karamsar olmamamız gerekir. Türklerin sinematografik alanda ilk bakışlarından geç siyah-beyazlı dönemlere, Metin Erksan’la gelen uluslararası başarılardan, toplumcu-gerçekçi/politik sinemaya, erotolojik sinemadan-popüler sinemaya ve son olarak da bu yazıda biraz incelemeyi amaçladığımız ‘author’lerin çektiği bağımsız sinema olan ‘şiirsel sinema’ya değin sinemamız hep umut vaat eden bir sinema olmuştur. Eğlencelik boyutunu da unutmadan sinemamız, Nebil Özgentürk’ün TV programı ‘Bir Yudum İnsan’da belgeselleştirdi gibi ‘iyi niyetli’ fantastik filmler dahi çekivermiştir. Milenyumda, gri dönüp baktığımızda sinemaya ilişkin elimizde mükemmel bir veri tabanı ve bir kültürün her anlamda mitolojisini oluşturacak yoğunlukta filmler görmek mümkündür. Türk sinemasının basit ve komik dahi olsa (!) her türde ve her kategoride film yapmış olması bir yana, görselliği ve şiirselliği ön planda tutan, uzun konuşma ve diyaloglardan kaçınmayan, filmin temasını iyi, kaliteli müzikle ören, hüznü esas bilen, kısacası ancak ‘author’ olarak adlandırabileceğimiz yönetmenlerin beceri ve yetenekleri ile sonsuzlaşan şiirsel-gerçekçi filmler oluşturması hususunda şansı nedir?

Bizler Cumhuriyet devrimlerinden bugüne Türk toplumunun geçirdiği siyasal-toplumsal-sosyal-kültürel-dini değişim ve sendromlarını, hüznünü, devrim dönemlerindeki kırılmalar ve ruh depremleriyle de bağdaştırarak, İran sinemasında olduğu gibi şiirsel-gerçekçi filmler haline dökememişiz. Şiirsel-gerçekçi filmler için toplumdaki baskıcı rejim ve devrimin ateşleyici bir unsur olduğu düşünülecek olursa, Türkiye’de Metin Erksan istisna olmak üzere- şiirsel-gerçekçi sinemanın bir silsile olarak Nuri Bilge Ceylan’a kadar gelmesi, Ceylan’da apayrı bir anlam kazanması düşündürücüdür. Sinema tarihinde hiçbir yönetmenin hakkını yemek istemeyiz. Hepsinin emeklerine saygımız var. Tabii ki onların çektiği filmler de Türk sinemasında kategori olarak yerlerini alacaklardır ama bugün edebiyatta şayet ‘değerli’ (belletristik) ve ‘değersiz’ (trivial) edebiyat varsa, sinemada da ‘popüler’ (trivial) ve ifade edildiğinde, tasarladığımız kavramın yerini her ne kadar tutmayacaksa da, bir ‘bağımsız’ sinema gerçeği vardır. Mehmet Ali Erbil’in mankenler grubuyla, Okan Bayülgen’in eş-dost çevresiyle başrollerini aldıkları filmlerin eğlenceliği ve popülerliği, karamsar olan ve şenlikli şeyler arayan bir toplum için gerekli olabilir ama Yunanistan sinema modelinde Angelopoulos filmlerinin evrenselliği ve sonraki kuşaklara kalıcılığı söz konusu olduğunda bu filmler sınıfta kalır.

Peki ama Türk milleti olarak sinematografik alanda varoluşumuzun tarihine baktığımızda, kökeni yirminci yüzyılın başına dek gitmesine ve çeşitli nedenlerle gelişme göstermesine rağmen, Türk sinemasında neden şiirsel-gerçekçi filmler azınlıktadır? Batı Godard’lardan Bunuel’e, Carlos Saura’lardan Angelopoulos’a, Almadovar’lardan Passolini’ye, Bergmann’lardan Antonioni’ye, Wenders’lerden Fassbinder’e; Doğu Bahman Gobadi’den Kiarostami’ye değin bir yığın ‘author’ çıkarmışken Türk sinemasında şiirsel-gerçekçilik neden gelişmemiştir. Haklarını verelim Metin Erksan’dan Ömer Kavur’a kadar bu alanda iyi ve özgün eserler ortaya koyanlar var ama Türk sinemasının son on yılı düşünüldüğünde elimizde neden Demirkubuz, Ustaoğlu, Ceylan örnekleri kalsın, bu sayıda neden bu artma olmuyor?

Şundan dolayı sayısal bir artış görülmüyor: Bu iş bir niyet meselesidir; bir yönetmen olarak sinemadan para kazanmayı, sinemanın izleyicisine (yani tiribünlere) oynamayı, popüler ve medyatik insanları filmlerinize serpiştirerek kafanızda ‘binlerce tilki dolandırmayı’ amaçlarsanız; popüler sinema yapma yoluyla ‘hepimizin bildiği yalanlarla kitleyi avutmayı, uyuşturmayı’ düşünürseniz; ‘insanı kendi gerçeğinden uzaklaştıran ya da gerçeği güvenli bir mesafeden hissettiren kolay, yorucu olmayan ticari filmlerin daha çokkizleyici çektiği düşüncesi ile popüler film yapmaya eğilim gösterirseniz, insanlara mantıksal ve ahlaksal zorluklar çıkarmayan popüler filmler ve televizyon dizileriyle onların algılama gücünü körelterek iğdiş eden filmlere eğilirseniz’; filmleriniz ‘mevsimlik’ ve ‘moda’ filmlerse, Türk sinemasının bağrından Angelopoulos’un, Bahman Gobadi’nin, Kieslowski’nin çıkmasını bekleyemezsiniz.

Her ulus-devlet sinemasının, devletten kaynak alan ve bağımlı-angajman sinemasının yanında bir karşı, bir alternatif ve bağımsız sineması olmuştur. Bağımsız sinemanın devletten kaynak alan çoğu sinema yönetmeni ya da sektöründen farkı, bir yere güdümlü, bağımlı olmadığından sinema dilinde ve ifade tarzında rahatlıklar göstermesidir. TRT’den kaynak alıp da TRT’yi ya da Türkiye’yi eleştiren, öz-eleştiri geliştiren film yapmak –en azından şimdilik- zor olduğundan ‘bağımsız’ ve ‘kara’ sinema yapanlar, kendilerini destekleyenleri yurt dışından sinemaya değer veren ve bizlerin yanı başımızda göremediğimiz kaynağı, ta uzaklardan gören vakıflardan (Fund) paralel yardım almak yoluyla bulmuş, kendi dişlerinden-damaklarından artırdıkları, çektikleri filmin az kazançları ile yeni filmlerini çekme zorluğuna girmişlerdir. Özgür olduğunuzda, sizleri kısıtlayacak bir kaynak-kurum, yaptığınız çalışmayı makaslayacak, ufkunuzun daraltılması için ekstradan çalışacak bir otorite-kişi, kurum, devlet olmadığı zaman ortaya her alanda ifadenizi, film dilinizi doludizgin anlatabileceğiniz bir rahatlığa kavuşursunuz. Nuri Bilge Ceylan’ın sineması da işte anlattığımız bu kategoriye girecek bir sinema türüne sahiptir. Şimdi Ceylan’ın sinemasına bir göz gezdirelim.

RENKSİZ VE TEKDÜZE GÖRÜNEN BİR HAYATIN SİNEMAYA YANSIMASI

Son yirmi yılda yetişen Türk sinemasının yüz aklarından biri olan Nuri Bilge Ceylan fotoğrafçı gözü ile, şiirsel-görselliği sinema karelerine aktaran, çevirdiği ‘Koza’, ‘Kasaba’, ‘Mayıs Sıkıntısı’nda yerelliği, memleket manzaralarını seve seve sinemalaştıran, yerellikten korkmayan ve bunu başarıyla yapan bir sinemacı-author’dür. Seçilen kişi ve karakterlerin amatörlüğü, bunların çoğunun hep aynı aile efradından olması, profesyonel oyunculara taş çıkartacak bir oyun sergilemeleri de gariptir. ‘Mayıs Sıkıntısı’nda film çekmeye gelen gençlere şaşırtıcı bir rol yapan, aktörlerin bile zorlanacağı jest-mimikleri, hal-hareketleri yapmakta zorlanmayan ihtiyarın; ‘Uzak’ta Yeşilçam’da hiç adını duymadığımız, geçen sene trafik kazası sonucu aramızdan ayrılan Mehmet Emin Toprak’ın profesyonelliği, filmin derinliğine apayrı bir derinlik katmıştır. Ben, Okan Bayülgen’i, Mehmet Ali Erbil’i ya da herhangi bir popüler yüzü sinema filminde gördüğüm zaman, filme kendimi kaptıramıyorum. İzlerçevre olarak film sentetik bir tat veriyor. Oysa bir film, yer yer hiç tanımadığımız yüzleri karşımıza çıkararak bizleri/seyirciyi farklı ve inandırıcı dünyalara çekmelidir. Demirkubuz’un Sarı’yı, Ceylan’ın da Özdemir ve Toprak’ı keşfetmeleri, filmlerinde onlardan faydalanmaları bu yüzdendir.

‘Koza’yı, ‘Kasaba’yı, ‘Mayıs Sıkıntısı’nı bir üçleme olarak görenler bence ‘Uzak’ı da bu halkadan saymalıdırlar. Mehmet Emin Toprak’ın oynadığı kişilik daha önce ‘Mayıs Sıkıntısı’nda film çekimleri için Çanakkale’nin Yenice kasabasına gelen kuzenine (Muzaffer Özdemir) bu yörelerde artık çalışma kalmadığını, işlerin yolunda gitmediğini, işlerin yolunda gitmediği, seramik fabrikasının kapanma tehlikesi geçirdiğini, bir işe ihtiyacı olduğunu söylemişti. ‘Uzak’, bu formatta ‘Mayıs Sıkıntısı’nın bir devamı değil midir? İşlerin iyi gitmediği taşradan/köyden kalkıp ‘Uzak’ta reklam fotoğrafçısı (‘Mayıs Sıkıntısı’nda sinemacıydı) olan kuzeninin yanına gelen birinin bir süreliğine onun yanında kalmak zorunda olunca ortaya çıkan bir akraba-yabancılaşmasını konu alıyor film. Baş roldeki fotoğrafçı-kuzen (M.Özdemir), ideali ile yaşadığı gerçek hayatı bir türlü özdeşleştiremez. Tarkovski gibi filmler çekmeyi amaç edinen, geceleri Tarkovski’nin ‘Stalker’ini izleyen, gezdiği ve yaşadığı yerlerde fotoğraflık mekânları görüp çekmeye çalışan, sanatçı ruhlu, ama ne yazık ki hayat şartlarının zorlukları yüzünden sevmediği, en azından zevk almadığı bir işi reklam fotoğrafçılığı yapan, eşini sevmesine rağmen ondan ayrılan ama hep onu özlen, yer yer ‘cafe’lere içmeye, kafa dinlemeye giden, yabancılaşmış bir birey örneği var önümüzde. Toprak’ın oynadığı kuzen rolü de işler yolunda gitmeyince köyden kalkıp İstanbul’a gelen, yabancı ülkelere gidebilmek için gemilerde iş arayan bir kişilik. Onun da sorunları var. Ailesine, hele de annesine, ağrıyan dişini çektirmesi için para göndermek durumundadır. Kuzenine İstanbul’da yük olmak da istemez. İşler istediği gibi yol almayınca, kendisini ağırlayan, misafir etmek zorunda olan kuzeninin davranışları iş bulma meselesinin gitgide belirsiz bir alması üzerine kendisine karşı gitgide değişince, kurtuluşu kuzeninin yanından uzaklaşmakta bulur. Filmin ortalarına doğru hasta annesine refakatçi giden karakterimiz, annesinin isteği ve ricasıyla sigarayı bırakmıştır. Ne yazık ki kuzenine karşı takındığı bu haksız davranışlar yüzünden yoğun bir iç-muhasebe yaşar, vicdanı sızlar. Filmin sonunda Marlboro’dan başka sigara içmezken, hatta kuzeni ile ‘ucuz Türk sigarası içtiği için’ alay ederken, bıraktığı sigaraya, kuzeninden kalma ucuz sigarayla yeniden başlayacaktır.

‘Sakatlanmış yaşamdan’ bir yansıma olan bu figürler, iki binli yıllar beriyinin tüm hastalıklı hallerini gösterirler. Taşradan gelen, alabildiğince samimi ve cana yakın, tertemiz, pırıl pırıl bir genç, İstanbul’da kahvelere gidip, arabesk ortamları ziyaret ederken, İstanbul’daki kuzeni artık kendisine de yabancılaşmıştır (self-alienation). Taşralılığı kalmamış, İstanbul’da, insan öğüten bu büyük makinede tek başına yaşamı öğrenmiş, her yere “tırnaklarıyla kazıyarak” gelmiştir. Yıllarca yalnız başına bu metropolde çalışmış olması da çileli bir yaşantı sürmesine, hiç kimseye güvenmediğinden, yalnız başına yaşamaya alıştığından kendine ait bir ‘Kıza’ örmesine neden olmuştur. Yalnızlığa alıştığından, o yalnızlıkta kendine ait bir yaşantı oluşturduğundan, farklı bir özne, bir akrabası ya da en yakını dahi olsa, onun ruhunun zedelenmesi anlamına gelmektedir. ‘Fare izleği’ bu noktada devreye girer. Ev sahibi kuzen içerdeki ötekinden rahatsız olmaktadır. Huzursuzluğu farenin yakalanmasına dek sürecek, onun canlı canlı dışarı atılmasıyla (kuzeninde olduğu gibi) bir son bulacaktır. Sonuçta fare de, kuzen de dışarı atılır.

‘Uzak’ sade dili, amatör figürleri, Hollywood filmlerinin yüksek meblağdaki çekim bütçesi göz önüne alındığında oldukça mütevazı olan çekim bütçesi, çekim ekibi azlığı ile ‘tutkusuz, renksiz, tekdüze görünen hayatın sinemaya uyarlanmasıdır’. Ceylan, bir röportajında ‘Uzak’ın konusunu betimlerken “biribirlerine benzeyen günlerin belirli hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği, insanda bazen yoğun bir anlamsızlık duygusu yaratan ve sanki belli bir yaştan sonra varlığını, daha da hissettiren bir ruh halinin bir filme konu olabilmesi fikrini” bu filmde işlemeye çalıştığını, “bir duyguya, kendisine katlanmayı mümkün kılacak bir anlam katabilmek ya da arada bir sempati bağı oluşturabilmek adına” böyle bir işe giriştiğini ve ‘Uzak’ı çektiğini söylüyor. Buna “benim en otobiyografik filmim” cümlesini de ekliyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını, “Türk sinema dünyasının konvansiyonelliğinin dışında kişisel filmler” olduğu için yürekten desteklemeyen ya da destek konusunda çekingen davranan TRT ve Kültür Bakanlığı, bu filmlerin büyüklüğünü ve önemini kavrayamasa da ‘uzak’larda, örneğin Cannes’da, bu filmlere hakkını veren, iyi sinemadan anlayan birileri var. Bu bizi sevindiriyor.