nbc home  


Radikal Cumartesi

"Türkiye'de onaylanmak çok daha anlamlı"

Serap Erincin, Radikal Cumartesi, 1 Kasım 2003

Nuri Bilge Ceylan'ın filmi Uzak, Ocak'ta New York'ta, Şubat'ta da İngiltere'de vizyona girecek. Ceylan ve Cannes'da ödül kazanan oyuncusu Muzaffer Özdemir'le, New York Film Festivali sırasında filmle kurdukları ilişkiyi ve başarının getirdiklerini konuştuk

Cannes'da kazandığı büyük başarının ardından Nuri Bilge Ceylan'ın filmi Uzak, dünya festivallerini dolaşmaya devam ediyor. Uzak geçtiğimiz günlerde önce New York, sonra Londra film festivallerinde gösterildi. New York'ta soğuk, yağmurlu bir akşam, Anthology Film Archives'da buluşuyoruz Nuri Bilge Ceylan'la; "Bir sigara içelim mi?" diyor. Dışarı çıkıyoruz, söyleşiye başlamadan önce oyunculuk, tiyatro, sinema üzerine sohbet ederken Nuri Bilge Ceylan kendisinin de oyunculuğu denediğini ve bir sonraki filminde mutlaka oynamak istediğini söylüyor. "Oyunculuk keyifli bir şey dediniz," diyerek başlıyorum sonra söyleşiye...

(Gülüyor) Uzak'ta, bir ara arkadaşlarıma test çekimleri yaptım, bir de kendimi test edeyim dedim, sonuçta herkes en çok beni beğendi. Çünkü hem konuya hakimdim, hem otobiyografik bir filmdi, aynı zamanda çok hoşuma gitti. Aklıma yeni fikirler geliyordu mesela, anında yeni diyaloglar ekliyordum. Yönetmen de kendim olduğum için özgürdüm, çok sevdim.




Bu deneyim bundan sonraki filmlerde etkisini gösterecek mi?
Etkisini gösterebilir, birincisi kendim oynayabilirim, bir gün bunu muhakkak istiyorum, ikincisi tabii oyuncuya ne söylemem gerektiğini, nasıl yönlendirmem gerektiğini daha iyi hissettiren bir şey.

Hem hikâyeyle kurduğunuz bir ilişki var, hem de yönetmen olarak filmle kurduğunuz bir ilişki var.
Şimdi, tabii iki rol çok önemliydi bu filmde. Bir genç ve fotoğrafçı rolü. O iki kişi de benim çok iyi tanıdığım insanlardı ve bütün filmlerimde onlarla çalışmıştım. Dolayısıyla aramızda ortak bir dil oluşmuş durumdaydı.

Peki filmin otobiyografik olmasına dönersek, sonradan seyrettiğinizde kendi hikayeniz olarak ne ifade etti film?
Valla o şekilde bakamıyorum artık. Hatta filmde neyin otobiyografik olduğu, neyin olmadığı birbirine karıştı gitti, artık. Teknik diyebileceğim başka bir gözle bakıyorum. Çünkü aylarca montaj, ses aşamalarından geçtikten sonra, filmin geneline objektif bakmak olanaksız hale geliyor.

"Kendimi çok kolay suçlu hissederim"

Peki nasıl bir dertten çıkmıştı bu filmin öyküsü?

Tam hatırlamıyorum ama muhakkak ki temelinde bir suçluluk duygusu vardı. Sevdiğim insanlara hatta bazı hayvanlara karşı bile bir vicdan borcu gibi bir şey. Aslında diğer filmlerimde de böyle bir çıkış noktası var ama bu bir elemandı sadece. Suçluluk duygusu benim hayatımda önemli yer tutan bir şey, kendisini çok kolay suçlu hisseden ve bu yüzden acı çeken bir insanım.

Filmlerinizin daha geniş kitlelere ulaşması ve başka zorunlulukların baş göstermesi, dağıtım şirketlerini düşünmek, nerede ne kadar iş yapacağını düşünmek durumunda kalmak, sizi nasıl etkiliyor?
Bence kötü etkiliyor, çünkü sorumluluklar çoğalıyor. Dolayısıyla özgürlük azalıyor ve korku artıyor, artması gerekir teorik olarak, çünkü beklenti artıyor. Ama bilmiyorum, yine de çok etkileyeceğini zannetmiyorum.

Siz böyle bir beklenti hissediyor musunuz?
Tabii.

Kimlerden? Nereden?
Beni tanıyan herkesten, sinema profesyonellerinden, yapımcılardan. Mesela şimdi Fransa'da bir sonraki filmime yapımcı olmak isteyen bir sürü şirket var. Belki böyle çalışmayı tercih edebilirim, ama bugüne kadar hiç yapımcıyla çalışmadım; yani başka birisinin benim filmimden bir şey beklemesi durumu hiç düşündüğüm bir şey değildi. Yapımcının istekleri olacak, onun yaptırımları olabilir, bunlara karşı nasıl bir duygu geliştireceğimi doğrusu bilmiyorum şu anda. Belki yine eski yöntemime dönerim tabii. Şu anda bilemem, senaryoyla uğraşıyorum çünkü.

Düzenli olarak film yapma zorunluluğu hissediyor musunuz sürekli?
(Gülüyor) Valla, hissettiriliyor öyle bir şey. Yapman gerekir gibi bir şey var. Hatta mesela şöyle diyenler var, not bırakanlar telesekretere, "Ödül için tebrik ederiz, yalnız daha iyilerini bekliyoruz." Artık başa gelen çekilir, yapacak bir şey yok.

Peki filmlerinize verilen tepkileri takip ediyor musunuz? Kim ne demiş, umursuyor musunuz?
Herkesin bunu biraz umursayacağını düşünüyorum. Ama o kadar da çok okuyamıyorum, tabii karşıma gelirse okuyorum.

New York'taki yazılardan birinde komedi melodram olarak tanımlanmıştı film. Bana ilginç geldi, siz o yazıyı okusaydınız ne düşünürdünüz diye merak ettim.
(Gülüyor) Valla çok umursamıyorum, çünkü yüzlerce yazı çıkıyor, hepsi başka şey söylüyor. Dolayısıyla bu kaosa alıştım, sadece olumsuzlara değil, olumlu yazılara da çok fazla önem vermemeye başladım.

Genel çalışma tekniğinizde, film çekilirken değişip, şekilleniyor mu öykü, yoksa başta bir senaryo yazılıyor ve o senaryo devam mı ediyor?
Başta kesinlikle tam bitmiş bir senaryo yazıyorum artık. İlk filmimde öyle değildi ama, çaresiz kaldığınızda geriye güvenle dönebileceğiniz bir kaynağın olması sinemada zannediyorum şart. Bir şey yazıyorum ama ondan uzaklaşmakta istediğim gibi özgürüm. Diyalogların bitmiş şekilde yazılması güven veren bir şey. Tam bitmiş bir senaryoyla çalışıyorum ama hepsini değiştiriyorum. Yani aklıma daha iyi bir fikir gelirse, değiştirmeye açığım, her zaman.

Oyuncular doğaçlama yapabiliyor mu? Yoksa onlar da metne bağlı mı?
Tabii, biz doğaçlamayı çok seviyoruz, zaten amatör oyuncularla, belli sınırlar içinde kalmak şartıyla, doğaçlama daha iyi bir yöntem. Başlangıçta, genellikle çok kısa bir şekilde meseleyi anlatıyorum, değinilmesi gereken meselelerden bahsediyorum. Önce oyuncuların bana ne vereceğini görmek istiyorum. Beğenirsem, onun üzerinde düzeltmelerle birlikte devam ediyoruz. Oyuncunun yaptığını beğenmezsem, kendiminkini daha çok empoze etmeye başlıyorum, sonunda ortak bir dengede buluşuyoruz.

Amatör oyuncular diye bahsediyorsunuz, ama ben mesela Mehmet Emin Toprak'ın bu filmde artık amatör bir oyuncu olmadığını düşünüyorum.
Amatör oyuncudan kasıt, eğitimini almamış oyuncu. İşi kolaylaştırsın diye bir terminoloji kullanıyorum. Ama oyuncular sonuçta amatör, hiçbiri benim filmlerimden başka bir filmde oynamadılar.

Filmlerinizde fotoğrafçılığınızın doğrudan etkisi var. Zaten görüntü yönetmenliğini de siz yapıyorsunuz. Görüntü ve öyküyü aynı potada nasıl eritiyorsunuz? Birinden bazen ödün vermek gerekiyor mu?
Valla, sezgisel olarak yapıyorum hepsini, ama sezgilerim de zannederim bu dengeyi devamlı kolluyor. Ancak şu tehlikeden de kaçınmak lazım: Bir görüntüyü sadece güzel diye filme koymamaya çalışıyorum. Bir fotoğrafçının böyle zayıf bir tarafı vardır her zaman. Bazen bir görüntüye âşık olabilir, çok sevebilir, onu filme sokmak için gereğinden fazla çaba gösterebilir montaj sırasında. Ama montaj uzun sürerse insan giderek yabancılaşıyor, uzun aralar verirseniz bu tehlike en aza indirgenebiliyor. Karlı İstanbul görüntüleri mesela çok çekmişiz. Bu filmde görülenden çok daha fazla şey var, koymadığımız.

Peki bunun önüne geçemediğiniz oldu mu?
Ben olmadığını düşünüyorum, meseleden kopmamaya çalışıyorum, en azından niyetim bu, çabam da bu, ama benim fark etmediğim şeyler tabii olabilir.

Filmlerinizde açık edilen bir Tarkovski etkisi var. Mesela oyuncular Tarkovski'nin bir filmini seyrediyor. Bunu açık hale getirmenin sizin için oyunsal bir tarafı mı var, yoksa gene karaktere katılan bir şey mi bu?
Karakter için bir ideal bulmam gerekiyordu, çünkü ideali film yapmak olan, ideallerinden uzaklaşan bir insanı anlatıyoruz. Tarkovski uygun görüldü bunun için. O idealin Tarkovski olması başka işlere de yarayacaktı. Çünkü, uzun süren ve başka hiçbir şeyin olmadığı sahnelerin olması gerekiyordu ki, genç Yusuf sıkılsın ve yatmaya gitsin. Tarkovski'nin filmlerinde daha çok böyle sahneler. Yedi sekiz sahnelik çekimler. Bu tip sinemaya alışmamış insanı kolayca sıkabilecek sahneler çok olduğu için Tarkovski'yi kullandık. Ayrıca çok sevdiğim için tabii.

Tarkovski'yi neden Türkiye'de bu kadar çok seviyorlar?
Bence yurtdışında da var sevenleri. Tarkovski dünyanın her tarafında çok sevilen biri, sinefiller tarafından. Belki çok daha fazla gösterilme şansı bulmuştur, o yüzden de olabilir. Mesela Ozu çok gösterilmiyor, Bresson falan, ama Tarkovski'nin bütün filmleri televizyonda da, festivalde de çok gösterildi.

Tarkovski'nin size hitap edişiyle, sizin Türkiye'de yaşayan bir insan olmanız arasında ne kadar parallelik var?
(Bu sırada biraz önce yanımıza gelen Muzaffer Özdemir söz alıyor) Tarkovski biraz Doğuludur, epey etkisi vardır. Bize daha yakın.
NBC: Ozu da Doğulu ama Ozu'yu o kadar tanımıyorlar, ama Tarkovski, daha özgün ve değişik bir sinema yapıyor. Söylemleri var, kitabı var, felsefesini biraz daha sözel olarak da ifade etmiş birisi. O yüzden bir sürü insanın hislerine tercüman olmuş olabilir.

Cannes Film Festivali'nde çok büyük bir başarı elde ettiniz, bu hayatınızda neleri değiştirdi?
Henüz çok bir şeyi değiştirmedi ama, etkilerini daha sonra göreceğiz herhalde. Benimle film yapmak isteyen prodüktörler var artık, eskiden yoktu.

Para kazanacaklarını düşünerek mi sizinle film yapmak istiyorlar?
Hayır, prestij diyelim daha çok; para hâlâ hayal. Çünkü, filmlerinin Cannes'da gösterilmesini isteyen prodüktörler de var. Yönetmenler gibi onlar da çıkış yapmak istiyorlar ve onların da yönetmenlere ihtiyacı var.

"Eurovision'un öne çıkması doğal"


İki tane kısa film yönetmenine yardım ediyorsunuz. Böyle bir misyon edinmeniz söz konusu mu ileride Türkiye'de, yoksa bu bir kerelik özel bir şey miydi?
Valla, içimden gelirse tekrar yaparım ama gelenekselleştirmek gibi bir düşüncem yok. Daha önce bahsettiğim suçluluk duygusuyla ilgili bir şeydi. Ben bir kısa film yarışmasında tek seçiciydim o yıl. Bu film oynarken biraz daldım, kafam başka bir şeye gitti galiba, pek seyredemedim, anlayamadım falan, fakat daha sonra nedense film içime oturdu bir şekilde. Ona ödül vermedim ama kasetten tekrar seyrettim filmi ve çok beğendim, çok etkilendim hatta. O zaman bir tür suçluluk duydum, onlara bir şekilde yardım etme isteği duydum.

Peki şöyle bir dert var mı: Türkiye'de sinema yapmak isteyen ama yapamayan bir sürü insan var...
Her yerde var.

Evet, her yerde var ama sonuçta siz Türkiyelisiniz, bunun getirdiği bir sorumluluk hissi var mı?
Evet, var. Eninde sonunda bir şey yapan bir insan, yine de en yakınları tarafından takdir görmek istiyor. Mesela ailesi, annesi, babası ve kendi ülkesi tarafından onaylanmak arzusu herkeste sanırım var. Yurtdışına gidiyorsunuz, kimseyi tanımıyorsunuz, ortak geçmişiniz yok. Dolayısıyla o çok önemli gelmiyor ne olursa olsun. Yine de insana kendi ülkesinde sevilmek, onaylanmak daha anlamlı geliyor, daha çok değer veriyor insan elinde olmadan.

Türkiye'de bu onayın karşılığını buluyor musunuz? Cannes'da ödül aldığınızda Sertab Erener de Eurovision'da birinci oldu, her yerde Eurovision'dan bahsediliyordu.

Ama halkın gözünde Cannes o kadar popüler değil. Eurovision çok daha popüler. Çocukluğumuzdan beri Eurovision yarışması bizim Avrupa'yla didişmemizin bir simgesi haline gelmiş durumda; sansasyon yaratması doğal. Ayrıca Sertab Erener daha ünlü bir insan. Cannes'ı Türkiye'de kaç kişi bilir ki?

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Muzaffer Özdemir: "Ben biraz filmdeki gibiyim"

Sizin kişisel tarihinizde ne yer tutuyor bu film, bu karakter?
Film çekileli aşağı yukarı bir yıl oluyor, baktığınız vakit işte, 47 yaşındaki ben, biraz öyleyim, filmdeki gibiyim.

O karakterle yatıp kalktığınız iki ayda rolle nasıl bir ilişki kurdunuz? Son sahnede sigara içilirken yaşanan hesaplaşma noktasına nasıl geldiniz?
Bunu cevaplamak o kadar zor ki...

(Ceylan söze giriyor) Karakteri yaşıyor musun sen film sırasında?
Bir karakteri tam olarak yaşayamazsın, tabii. Karakterin içkinleşmiş ruh hali zaten o yaştaki benim, olaylar bana uyuyordu, ben olaylara uymuyordum.

Ben dediğiniz kişi kim?
Bazen ben Bilge'nin düşündüğü karakterin dışına çıkıyorum. Demin anlattığı ideallerin dışına düşen insanın. Benim yaşadığım anlam kaybı, amaç yitimi, bundan kaynaklanan değersizlik duygusu, diğer ilişkileri de o belirliyor.

Siz hayatınızda neyle uğraşıyorsunuz?
Restorasyonla, alakasız bir şey. O karakterin fotoğraftan soğuması, benim için de yaşamdaki filtrelerin birer birer düşmesi. Onun motivasyonunun kaybıyla benim hayatımdaki anlam yitimi bu.

Peki filmin başarısı, şu anda burada olmak neler hissettiriyor?
Yani, zor sorular bunlar, yanıt bulamıyorum... Nedir, bir seyahat sebebi, başka da bir anlamı yok, sevindim ama çok da etkilemedi beni.

Filmi beğendiniz mi?

Beğendim, kendimden beğenmediğim sahneler oldu ama filmi beğendim.

Mehmet Emin Öztoprak aramızda değil artık, ona dair söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ne diyeyim, iyi çocuktu. Ben tabii çok iyi tanıyordum, birbirimizi de çok iyi anlıyorduk, gençti, genç ve iyiydi. Mutlu bir ölüm, çok mutlu bir zamanda oldu, ileride ne olurdu bilinmez, daha mutlu bir şey hayatına gelir miydi bilmiyorum.

Filmde çok başarılı bir ilişki kuruyorsunuz, ilişkisiz bir ilişki, zor oldu mu?
Yoo, zor olmadı. Hiçbir çalışma yapmadık. Bizim bir tanışıklığımız var onunla daha önceki filmlerden... işte set arası, çekim sırasında. Bu yakınlıktan doğan, sanki ben onun abisiymişim gibi, ona kızarken, bir ağabey kızgınlığıymış gibi bir şey ortaya çıktı filmde de olan. Yani onu normal hayatta da öyle fırçalayabiliyordum.