nbc home  

Yeni Sinema Dergisi

UZAK'a yakından bakarken...

Yusuf'un tarafını tutan bir yazı...

Zahit Atam, Yeni Sinema Dergisi, Bahar/Yaz 2003

 

Şimdilik bir üçleme durumuna geldi Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri; Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak. Çanakkale'nin Yenice Köyünün sıkışmış insanlarının anlatıldığı bu filmler nihayet şehre uzandı. Daha Kasaba'da Saffet, bu tutunamayan, işe yaramaz olarak görülen, genç ve evlenmemiş delikanlı bir boşlukta hissediyordu kendini. Terketmek istiyordu kasaba'sim, "büyük, ciddi ve herkes için gerekli bir işin yapıldığı bir yerlere gitmek" istemesinin nedeni kendi yaşadığı rutunamamışlık ile boşluğun eseriydi. Ancak bir sabah göçmek için yola çıktığında kasaba'sının güzelliğini farketmiş, içindeki boşluk bir anda özleme dönüşmüştü.

Ardından Mayıs Sıkıntısı'nda okulun ipsiz sapsızları bile kazanmışken o üniversite sınavında hiçbir yeri tutturamamış, fabrika işçiliğine başlamıştı. Kasaba'ya gelen yönetmene yardıma olurken bir punduna getirmiş onunla sessiz sedasız İstanbul'a göçetmek hayallerini paylaşmış ve "bana yardıma olur musun" diyerek akıl danışmıştı. Aldığı kaçamak yanıtla ve "İstanbul zor" öğüdüyle yetinmişti. "Sen orda ne yaparsın"dı, aldığı yanıt, yetersizdi, yönetmen onun durumuyla ilgilen­memişti bile. Kaçamak ve umursamaz yanıtlar almıştı. Çıkışsızlığı ve başka bir yerde yeniden başlamak isteği boşlukta kalmıştı.

İşte Uzak bu hayalin zoraki gerçekleşmesiyle açılıyordu: kriz olmuş, fabrika kapatılmış, işsiz kalmış ve evdekiler de çok sıkışmıştı. Yollara, uzun yollara düşmek için çıkmıştı; maaşın dolarla verildiği, uzak memleketlere gidilen gemilerde tayfalık etmek hayalleriyle. Ordan burdan duymuşluğu vardı ve ötesi yoktu. Mayıs Sıkınüsı'nda yönetmen kimliğiyle tanıştığı ve akrabası olan karakterin evine öncelikle bir hafta gibi bir süre için geliyordu, "pazartesiye kadar işimi hallederim" diyordu. Daha geldiği ilk gün "senin işin ne kadar sürer" diye soran akrabasının evinde kalışı bir dizi sorunu da beraberinde getire­cekti. Dünyaları farklılaşmıştı ve evsahibi ona yardım etmek için özel bir çaba göstermeyecekti.

Bu noktada iki farklı karakterin ilişkisi başlıyor, birincisi, Mahmut şehre gelmiş, üniversite bitirmiş, reklam fotoğrafları çeken, kendi evi olan, kendine özgü bir sosyal çevresi olan bir şehirliydi arak. Yenice köyünden yeni gelmiş bir insanla ise ilgilenmek istemiyordu, dahası ondan kurtulmak istiyordu. Bütün film bu farklı sosyal çevrelere sahip, dolayısıyla umutlan farklı olan, araruşlannın ise birbirleriyle ilgisi olmayan iki karak­terin ilişkisine dayalı. Başlangıçta farklı sosyal kimliklere sahip olmaları ile kısa sürede Yusuf'tan kurtulma isteği ve bu amaçla hareket etmesinden dolayı bir çabşmaya dönüşüyor araların­daki ilişki. Nedir bu çabşma, bu uyumsuzluk, bu kurtulma isteği ve hangi noktalarda çatışmaya dönüşüyor?
Birincisi Yusuf'un geleceği günü unutmuştur, daha önce konuşmuş olmalarına karşın. Yusuf gelk, evi bulur, otogarda karşılanmaz ve bütün gün apartmanın girişinde onu bekler. Hiçbir sert tepki vermez unutulmaya, olabilir der, önemli değil diye geçiştirir. İkincisi ev içindeki ilişkilerde Yenice'ye ilişkin hiçbir merak duymaz, onunla konuşmaktan çekinir, uzak davranır, konuşmaları öğrenmek için değil minimum seviyede tutar Mahmut. Öylesine geçiştirici tavrı vardır ki konuş­malarında bütün film boyunca en uzun diyalogu fırça attığı iki ayrı çatışma noktasında gerçekleşir. Birinde bir gün eve gelmemiştir ve evi darmadağın etmiş ve sigara içmiştir, ikin­cisinde ise gemilerde iş bulma düşüncesi suya düştüğünde iş bulması için yardım etmeyi reddeder, gururu gerekçe gösterir. Yıllardır fotoğraflarını çektiği seramik şirketi evinin fayanslarını yaparken indirim bile yapmamıştır, şimdi fol yok yumurta yokken nasıl orada bir kapıcılık için ricada bulunsun. Bunları söyler ama iş bulması için bir akıl vermek zahmetine bile kat­lanmaz. Üstelik telefon konuşmalarını da dinlemiştir, Yusuf'un nasıl sıkıştığını bilir, onu oraya sürükleyen açmazlarıdır, Kasaba'da hayat yoktur, para kazanamaz, dahası annesi has­tadır. Ama bunlar bile yeterli değildir, onun hiçbir formasyonu yoktur, ne yapacağını bilemez, o da geldiğinde bu durumdadır, İstanbul'a indiğinde otelde kalacak parası bile yoktur, falan filan.

Mahmut iç dünyasında kendini bırakmış biridir, hiçbir sahnede hayata dair bir canlılık göstermez, bu uzaklık, yer yer siliklik ve durağanlık yalnızca Yusuf la ilişkisinde ortaya çık­maz, kendi arkadaşları ile görüşmelerinde de aynı tutum vardır. Kendini bırakmışlığı içki içtikleri masada arkadaşı tarafından da dile getirilir, sinemaya geçip Tarkovski gibi film­ler çekecekken tutuk ve silik tavn dile getirildiğinde yine sinikliğe uygun bir tarzda açıklayıcı, yeni projelerini içeren ve bundan sonrasına ilişkin umutların dile getirildiği bir yanıt ver­mez. Kabulleniri bir yanı vardır, ve fotoğrafın bittiğini ileri sürer, arkadaşını da ruh gibi olmakla itham eder. ikincisi boşandığı eşiyle yaptığı konuşmada da tutuk davranır, pek konuşmaz. Üç aylıkken, tehlikeli olabilecek bir süredir, hamile olan eşi çocuk aldırmıştır ve şimdi çocuğu olmayacaktır. Yeni eşiyle birlikte uzaklara, Kanada'ya göçedip orada yeni bir yaşam kuracaktır. Mahmut'un uzlaşmacı tavn film boyunca aslında hiç sinirlenmemesinde de görülür. Bir yerden sonra duygulan törpülenmiş gibidir, tepkileri öylesine ölçülüdür ki, reaksiyona girmez bir hali vardır sanki. Gerek eski karısıyla görüşmesinde gerekse telefon konuşmalarında aynı tavır görülür. Onlar gidecekken havaalanına gider, tam görüldüğü sırada geri çekilir, saklanır. Üzüntülüdür, ancak bu bir efkara dönüşmez, sağılı ve ölçülüdür. Üzüntüsünün kaynağında herhalde eski\şinin şimdi bir çocuk istemesi ve bunun artık mümkün olmaması yatmaktadır.

Yusuf ise hayat doludur, aranış içindedir. Tepkileri ölçüsüz ve aşındır, törpülenmemiştir. İki karakter arasındaki çatışmalar büyük oranda kültürel öğeler içerse de aslında daha çok haya­ta karşı aldıkları tavırda yatmaktadır. Kültürel çatışmalar bir yerden sonra bahane boyutu bile kazanmaktadır. Çünkü birlik­telikleri yalnızca bir hafta sürecek bir zaman dilimini kapsaya­cakta, katlanılmayacak şeyler olmamaktadır ve geçicidir. Ancak çatışma çıkar, bir yerden sonra kısa bir açıklaması vardır; Yusuf'un durumu Mahmut'u pek fazla ırgalamaz, kendi başıboşluğu ve geri çekilmişliğine geri dönmek istemektedir. Bahanelerin en açıklayıcı örneği eski bir köstekli saatin arandığı yerde görülür; fotoğraflarında aksesuar olarak kullandığı bu saati bulamamışta. Yusuf'a sorar ve aramaya devam eder. Ondan hiç görmedim yanıtını aldıktan sonra ise bulur ama bu kez meseleyi bitilmemek için onu kullanmaktan vazgeçer ve bulamamış gibi yapar.

Mahmut bir yandan da Yusuf'un telefon konuşmalarını din­ler. Yusuf parasızdır, annesinin dişlerinde sorunları vardır. Tedavi parası yoktur, sorun edilir. Telefonda kızar Yusuf, parayı kazanacak ve gelip onu sorun edenin yüzüne çarpacak­ta. Bir benzeri durum Mahmut'un annesiyle yaşanır; bu kez durum çok daha ciddidir, hastaneye, yoğun bakıma kaldırılmışta. Ona ise bir cep telefonu bile almayı reddettiği ve evden de ulaşılamadığı için haber verilememiştir ve bunlan biraz kızgın bir telesekreter mesajından öğrenir. Onun tavrında bu kez de büyük bir değişiklik olmaz, kızıp paraları kimsenin yüzüne çarpmaz yani. Sanki bu konuda da uzakta olup biten­lere. Ailesine, annesine ve kız kardeşine de uzakta.

Evin içindeki uzaklığı aşabilecek olan Mahmut'tur, Yusuf'un yakınlaşma çabalarını yanıtsız bıraktığı gibi, kültürel olarak ondan uzak olan şeyleri yapar. Filmde aralarında yakınlaş­manın olabildiği sahneler, yanına Yusuf'u yardıma olarak aldığı ve beraber arabayla fotoğraf çekmeye çıktıkları bölümde yer alır. Ancak burada da bir ilişki doğmaz, neyi nasıl ve niçin çektiğine dair hiçbir açıklama yapmaz. Yusuf payına düşen parayı alırken memnun olur; daha çok yok mu bu işten diye sorar gülümseyerek. Karşılıksız bir gülümsemedir bu, yanıtı boşluk doldurur. İkinci yakınlaşmanın olabileceği yer ise evde birlikte televizyon seyrettikleri sahnedir. Burada ise Mahmut onun hiç birşey anlayamayacağı bir filmi koyar videoya; Tarkovski'nin yalınsız ve bütünüyle insan benliğine bir yolcu­luktan oluşan filmi Stalker'dir bu. Neredeyse bütünüyle soyut olan bu film ve bir hayatın anlamını araştıran izsürücü, bir bilim adamı ve bir sanatçının isteklerin gerçekleşeceği bir zona yap­akları yolculuğu anlatan filmi sıradan bir insanın bütünüyle kavrayabilmesi ve estetik olarak yakınlık kurabilmesi kanımca mümkün değildir. Yusuf da filmin bir yerinde uyumaya gider, odasına çekilir zaten. Ondan sonra ise benim sinirlendiğim ve halkımızın deyimiyle uyuz olduğum bir sahne gelir. O da videoya porno film koyduğu sahnedir. Sanki gidip uyuması ya da odasına çekilmesi için koymuştur o kasedi. (bir entellektüel olarak üstüme alındım ve onca film varken neden bunu Tarkovski gibi bir yönetmen ve özel olarak da Stalke/den sonra yaptığına anlam veremedim ve sinirlendim.) Aralarındaki kişisel farkları iyi anlatan yerler merakın dolayımsız yaşandığı yerlerde; fareyle ilişkili iki sahne gerçekten başarılı. Birincisinde telefonda konuşurken kapıya yakınlaşır ve onu dinler, konuş­manın bitiminde hızla geri çekilir ve mutfağa girer. Yusuf eve ilk gelişinde hatırlatmayla ona fare olduğu için oraya yapışkan koyduğunu anlatmışta, ama bu kez kendi aceleyle unutur ve ayaklan batar. Daha sonra söylene söylene ayaklarını temizler. İkincisinde ise fare yakalanır ama ona dokunamaz Mahmut, poşete konulup atılması gerekir. Yusuf bu işi üstlenir, poşete koyar, ağzım bağlar ve geceyansı sokağa çıkar. Sokakta etrafta kediler dolaştığı için poşeti duvara vurmaya başlar. Kültürel farklılık burada da ortaya çıkar. Doğal olarak Yusuf için yabancı ve tiksinti verici değildir, dahası Mahmut bu iş için kapıcıyı düşünmektedir. Kültürel yabancılaşma ve işbölümünün pis tarafları, kapıcı lüzumsuz ve pis işlerin adamı mıdır?

Aralarında görülen en temel yakınlaşma şiddetli çatışmaların ve sessizliğin ardından gelir, Mahmut fırçasını attıktan ve kendince son noktayı koyduktan sonraki gün eve gelir, Yusuf sessizce ve birşey söylemeden gitmiş ve Samsun sigarasını da yatağın kenarında unutmuştur. Mahmut sigarayı görür ve Fındıklı parkına gider, orada biraz efkarlanır, aralarında ona karşı göstermediği yakınlık burada sigarayı bırakmasına ve üstelik zaten Samsun içmemesine rağmen orada içten içe dumanını tüttürdüğü sigarayı yakar. Aralarında görülen en büyük yakınlaşma birbirlerinden uzaklaştıkları bu bölümde görülür.

Film üzerine yazılan yazıların bir bölümünü okudum, filmi çözümlemeye çalışan bir tanesine bile rastlamadım; yazılanlar büyük oranda boştu. Türkiye'de film eleştirisi büyük bir düşüş yaşıyor, basının hali ise içler acısı. Hemen hemen filmler hakkında çözümleyici tek bir satir bile olmadan tanıtım yazısı yazıyorlar. Üstelik yanlış terimler kullanılıyor, örneğin Mahmut'un burjuvalaştiğı söyleniyor; oysa Mahmut orta sınıfa mensup bir proleterdir, kültürel olarak ise Varoluşçu denebile­cek bir insan anlayışına sahip, bireyselleşmiş ve yalnız bir tip var. Yaşamına bakıp onun burjuva olduğunu söylemek düpedüz yanlış terimler kullanmaktır. Yusuf yalnızca taşralı değildir, burası önemli, çünkü onun gibilerin İstanbul'da mil­yonları bulan bir karşılığı var, onu belirleyen koşullandır ve en-tellektüel ve bireyselci-içine kapanık kültürden koşullan gereği uzaktır. Aralarındaki çatışmayı belirleyen kentli-kırsal kültür arasındaki çatışma değildir. Bilgiyi de içerir, birisi Bach'ın toplu eserlerini almıştır, ötekisi onu tanımaz, Sezen Aksu'dan ötesini bilmez. Aralarındaki ilişkiye bir tür bağımlılık ilişkisidir dene­bilir, bir tarafın istemediği, yük olarak gördüğü bir bağımlılık.

Söyleşiler ise tek tip olmayı sürdürüyor, tartışma özelliği kazanmıyor. Dolayısıyla bu yazıyı yazarken elimde alıntı olarak kullanabileceğim bir tek önemli söyleşi bile yoktu. Neden bu arabayı kullandınız diye soruyorlar da dramaturji niçin bu kadar zayıf onu sormuyorlar. Filmin senaryosu sorunlu, dra­matik yapı çelişkileri ortaya çıkarmıyor, karakterler sorunlar üzerine tartışmıyor, çelişkiler görünüyor ve kayboluyor. Ülkemizin sosyal gerçekliği ve sorunları ise gündeme gelmiyor. İşsizlik var örneğin, Yusuf da işsiz kalmıştır, ama bunun genel düzeyde tartışıldığı bir diyalog bile yok. İş ararken bile yapılan sohbetler çok kısa, insanların genel hali ortaya çıkmıyor, iletişim zorlanmayan bir alan. Boşluk filme damgasını vurmuş, toplam diyalog sayısı çok az. Uzun bekleyişler, bir araya gelindiğinde bile konuşulmaması, paylaşımsızlık gibi durumlar filme damgasını vuruyor. Apartman girişindeki bekleyiş, oradaki sıradan gündelik konuşmalar, ardından Yusuf'un evi Mahmut sevgilisiyle buluşacak diye akşam ona kadar boşalt­ması ve Beyoğlu'nda amaçsız dolaşması, apartmanda gördüğü kızın peşinden gitmesi, biraz da şaşkın ve nasıl iletişim kura­cağını bilemeyerek onun ardından gitmesi, Beyoğlu sine­malarına girmeleri, uzaktan ona bakarken kızın eline Yeni İnsan Yeni Sinema'yı alıp karıştırması, ardından sevgilisinin gelmesi hep bekleyiş ve boşluklarla dolu.

Film bir bütün olarak iletişimsizlik ve boşluk üzerine kurulu. Sinematografik yapı ise zayıf. Bütün bu dört filmi ele aldığımız­da, Koza-Kasaba-Mayıs Sıkıntısı ve Uzak nasıl bir sınıflandırma yapılabilir? Bence atmosferi en güçlü olara Koza'ydı. Drama-turjisi en güçlü ve estetik olarak sinemamız için gerçekten yeni olanı ise Kasaba'ydı. Öykünün akışının başarılı olduğu film ise Mayıs Sıkınnsı'ydı. Uzak ise daha çok fotoğrafik, durağanlığın damga vurduğu, diyalogların yetersiz, iletişimsizliğin damga­sını vurduğu bir film olmuş. Biçimsel olarak kar görüntülerinin de yardımıyla büyük basan kazanıldığı, sahne düzenlemeleri ve mizansenin büyük basan kazandığı bu filmin ne yazık ki dramaturjisi zayıf ve dolayısıyla psikolojik gerilim büyük oran­da yaşanamıyor. Dolayısıyla sinematografisi zayıf. Sinema-mız-da psikolojik gerilimin bütünüyle filme damga vurduğu ve ger­çek bir basan kazandığı eser, SİYAD'ın seçtiklerinde en iyi se­naryo ödülü alan Zeki Demirkubuz'un İtiraf filmiydi. Bu filmin ise ne yazık ki senaryosu zayıf, bir başyapıt kaçırılmış oluyor.

Filmin Cannes Film Festivalinin yanşmalı bölümüne dahil edilmiş olması basan sayılırken ikinci ödül olan Jüri Ödülü ve iki oyuncusuyla en iyi erkek oyuncu ödülünü alması çok önem­li sayılmalı.

Yanşma öncesinde Cannes'da gelen genel eleştirilerde şöyle deniyor; "Basın toplantısında dile getirilen temel sorular, filmin baş karakterlerinin davranışlarının gerisindeki neden/olay zin­cirinin kopukluğuyla ilgiliydi. Yönetmen ne anlatmak istiyor­du? Kentle kasaba yaşamı arasında sıkışıp kalmış, biri entellek-tüel burjuvalaşma basamağında tökezleyen, diğeri de işsizlik bunalımını kayıtsızca yaşar gözüken melankolik tiplemeler, Türkiye'nin temel sorunlarına metafbrik göndermelerde mi bulunuyordu? Türk insanı da, Mahmut ve Yusuf gibi, iki arada bir derede mi kalmıştı? Avrupa Birliği ile Asyalı kökleri, laik demokrasiyle ılımlı İslam devleti arasında tercih yapamayan, boşlukta kalmış, sıkıntılı bir Türkiye'miydi geride görülemeyen... Neden her şey olumsuzdu? Hiç mi umut yoktu?"

Ceylan'in yanın ise şöyle; "Benim için önemli olan insanların ne duyumsadıklandır. Onlann iç dünyalarıdır. İstanbul'u olduğu gibi, yani gördüğüm gibi çektim. Şöyle ya da böyle olsun diye özel bir çaba göstermedim. Anlamsızlık ve boşluk üzerine bir film gerçekleştirdim. (...) beni sinema yapmaya götüren Tarkovski ya da Çehov'un etkileri, olaylara ve insanlara başka gözlerle bakmam sonucunu doğurdu; önceden görmediğim kimi ayrıntılara takılır oldu gözüm..." diye kaçamak bir yanıt şeklinde. Yönetmen çözümleme yapmadan, büyük sorunlarla uğraşmadan büyük film yapamaz çünkü. Hele Tarkovski'nin sineması, evrensel ve insanlığın kurtuluşu temalarıyla doluyken onu öncül olarak alan birisinin küçük şeyler ve boşluğa takmış olması beni şaşırtıyor. Tarkovski gerçekten büyük meselelerin adamıdır ve estetiği kesinlikle küçük şeyler üzerine değil, büyük ve yoğun bir Doğu Mistisizmi üzerine kuruludur. Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinde Çehov'un öykülerindeki insanların iç dinginliği var, ancak onun sosyal gerçekçi tarafi yok, daha öykü-leyicidir Çehov, daha dramatiktir, Ceylan'ın filmlerinde ise dramatizasyondan ısrarlı bir biçimde kaçınılmaktadır. Bildiğimiz kadarıyla Demirkubuz ve Ceylan çok iyi arkadaştırlar ve herbirinin sineması büyük oranda birbirinden farklıdır ve sinemamızda kendi başlarına ayakta duracak kadar da özgündürler. Demirkubuz da ısrarla dramatizasyondan kaç­makta, buna karşılık psikolojik altyapıları çok güçlü filmler yap­maktadır. Ceylan daha öyküleyiri, dingin ve psikolojik altyapısı zayıf, duygularını ifade etmeyen öyküler yapmıştır. Son bir not, Yusuf tipi kesinlikle Demirkubuz karakteri değildir, onun karakterleri bütünüyle psikolojik zeminde dolu dolu yaşayan ve sürüklenen, filmlerinde bir yerden sonra bu tutkuların esiri olan, Yeni Sinemanın bir önceki sayısında belirtildiği gibi irras-yonalist bir yaşam felsefesini andıran bir yer tutmaktadır. Nitekim Demirkubuz'un kendisi de irrasyonalizme olan düşkünlüğünü belirtmekte ve hayati rasyonel bulmadığını söylemektedir. Gelecek sayımızda bir bütün olarak Yeni Kuşak sinemaalanmızın yaptıklarının sinematografik, estetik ve sos­yolojik olarak bir çözümlemesini yapan genel durum saptaması yapan bir yazı yazmak gereklidir. Türkiye sineması bu çözüm­lemenin yapılmasını gerektirecek kadar çok ve çeşitli ürünü ver­miştir ve bu değerlendirmeyi yapmak artik çok gereklidir.