iklimler
 
nbc home  




"OYNAMASAYMIŞ KEŞKE!"

Tuna Erdem, Empire dergisi, Ocak 2007

 

Yönetmenlerin kendi filmlerinde oynamasını yakışıksız buluyoruz; oysa diğer tüm sanat dallarında, yaratıyla icraat iç içe geçmiş durumda. Bu çifte standart, hâlâ sinemayı sanattan sayamadığımızı mı gösteriyor acaba?

 

Nuri Bilge Ceylan'ın İklimler filminde oynamayı seçmesi, üstelik bununla da yetinmeyip eşiyle başrol paylaşması bir huzursuzluk yaratmışa benziyor. "Keşke kendi oynamasaydı"lar, "neyse ki bundan sonra oynamayacakmış"lar gırla gittiği gibi, gerçek hayatta evli olan iki kişinin, filmde sevgili olarak karşımıza çıkması en hafifinden yakışıksız, daha vahimi, müstehcen bulunuyor. O kadar ki, filmdeki karakterlerin evli olduğunu yazanlar bile var. Belli ki, İsa ile Nuri Bilge Ceylan'ı, Bahar ile Ebru Ceylan'ı ayırt etmekte güçlük çekiyor, bu güçlükten rahatsız olup, sürçmeye başlıyoruz. Oysa, bu rahatsızlığımızı deşmenin, neden, niçin rahatsız olduğumuza kafa yormanın sayısız faydası olabilir. Bu vesileyle, temsil ile gerçek; kendini ifade etme ile teşhir arasındaki net olmayan ayrımlar sorgulanabilir mesela. Nitekim çağdaş sanat alanında, tam da buna vesile oluyor, yaratıcıyla icracının iç içe geçtiği, özel yaşamın kamuya maledildiği işler.

Resim sanatının tarihinde önemli bir yer tutan otoportre geleneğine yaslanıp, bu geleneği fersah fersah aşan 'çağdaş sanat'in, fotoğraftan performansa, yerleştirmeden, videoya yayılan yelpazesinde, yaratıcının kendini sanatının malzemesi olarak kullanması istisna değil, genel kural haline gelmiş durumda. Hep kendini model olarak kullanan ünlü fotoğrafçı Cindy Sherman'dan, hep kendini resmeden Frida Kahlo'ya kadar, karşımıza çıkıp duran bu olgu, sanatta icra ile yaratının ayrıştırılmasının yarattığı idelojik çıkmazlardan, kendini ifade biçimi olan sanatta yaratıcıyı gizlemenin oluşturduğu çelişkilere kadar, nice sorunun gündeme getirilmesini sağlıyor.Üstelik kendini sanatın malzemesi kılmak, modellikle de bitmiyor, konu olarak özel hayatını ele alan sanatçılar, özel hayat ile kamusal alan arasındaki sınırlara da saldırıyor, en evrenselin en özelde yattığı iddiasını dillendiriyor, iğneyi kendine batırmayan sanatçının dünyayı çuvaldızlamaya hakkı olmadığını beyan ediyorlar.

Hal böyleyken, yedinci sanata dönüp baktığımızda işin renginin değiştiğini görüyoruz. Hitchcock'un yaptığı gibi, filminde kendine anlık görünme fırsatı verenleri şık bulmamıza, Clint Eastwood, George Clooney, hadi bizden de örnek verelim, Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan gibi, önce oyuncu olarak ünlenmiş, sonra yönetmenliğe geçiş yapmışların, kendi filmlerinde başrol oynamasına hiç bir itirazımız olmamasına rağmen, asıl işi yönetmenlik olanlar, kendi filmlerinde başrol üstlendiğinde, işin tadının kaçtığına, yönetmenin haddini aştığına kani oluyoruz.

Belli ki asıl sorun, yönetmenin oynaması değil, kendini oynadığı varsayımı. Bu varsayımın hemen genel kabul görüvermesi de ilginç. Öyle ya, Nuri Bilge Ceylan, İsa gibi sakil ve kompleksli biri midir, ya da kendini öyle mi görür, seyirci olarak bilmemize olanak yok. Olsa olsa İsa karakterinden yola çıkarak spekülasyonda bulunabiliriz. Kimsenin kendini bu kadar insafsızca alaya alamayacağını iddia edebiliriz mesela, ya da tam da bunu başardığına karar vererek, özeleştiri becerisine şapka çıkartabiliriz. Öte yandan İsa'nın Nuri Bilge Ceylan olduğuna baştan o kadar ikna olmuş olabiliriz ki, filmin İsa karakterine alaycı yaklaştığının bile farkına varmayabiliriz. Kısacası, bu ön kabul, İsa'nın yönetmenin kendisinden başka neyi temsil ediyor olabileceğini düşünmemizi engeleyebilir ve kendi içimizdeki İsa'lar ile İsa'lıkları görmezden gelmemize neden olabilir.

Filmin yarattığı rahatsızlıkların, filmden bağımsız bu tür ön kabullerden beslendiği ortada. İklimler'in Ceylan'in Bekleme Odası olduğu yolundaki tespitin bu denli tutmuş        olmasından da anlaşılabileceği gibi. Nedir bu iki filmin ortaklığı, her iki filmde de yönetmenlerin kendini oynadıklarını varsaymamızdan başka? Eğer benzetmenin zemini bu ise, ben şahsen İklimler'i bir Woody Ailen filmine benzetmeyi tercih ederim. Hiç değilse bu benzetme, İklimler'de mizahın oynadığı rolün açığa çıkmasına neden olur. Gelgelelim, bu sefer de, Bekleme Odası benzetmesinin ardında yatan ikinci ön kabülü çiğnemiş olurum, yani, Bekleme Odası'nın sinema tarihine başarısız bir film olarak geçmiş olduğu ön kabulünü.

Ne kadar genel geçer olsa da, bu kabule hiç bir biçimde katılmayan biri olarak, yönetmenin kendini oynamasının, filmlerin farklı bakış açılarından değerlendirilmesini olanaksızlaştırdığını düşünüyorum. İklimler'in mizah yönünün bu kadar az dile getirilmiş olmasını da buna bağlıyorum. İzlediğim sinemada, en azından, İsa, "Kendimde büyük bir değişme potansiyeli görüyorum" dediğinde, salondan kahkahalar yükseldiğini duymamış olsam, bu konuda kendimden bile şüpheye düşeceğim kadar az vurgulandı bu yönü İklimler'in. Oysa sadece diyalogdan, ya da oyunculuktan, bizzat Ceylan'in oyunculuğundan, kaynaklanan bir mizah da değil bu. Bu repliğin dile getirildiği sahnedeki minibüsün açılıp kapanan kapılarının koreografîsinde, ya da gözyaşları içindeki Bahar'ın üçüncü şahısların olay yerine girişleriyle birlikte hemen toparlanıverişinde de gizli bir mizah bu. Üçüncü şahısların şahitliğinin, işin rengini değiştirdiğinin ifade edildiği bir filmde, oyuncuların seyirci karşısına kendileri olarak çıktıklarına inanmak da zor.

Bir filmin kaç seyircisi varsa ortada, o kadar film vardır çoğu zaman. Herkes kendi filmini izler, izlerken ekler, değiştirir, görmek istediğini ön plana çıkarıp, istemediğini görmezden gelir. Böylece çoğalır, zenginleşir film. Kitlelere ulaşmayan sanat sineması diye andığımız alanda, filmlerin daha fakir olmamasını sağlayan, bu filmleri seyretmeye değer bulanların, filmden birden fazla film çıkarma zahmetine katlanabiliyor olmalarıdır. Eğer filmi izleyen bir avuç insan bu çabadan imtina ederse, gerçekten de fakirleşir film. Öyle anlaşılıyor
ki, bu coğrafyada yönetmenler başrole oturduklarında, fakirliğe terk ediliyor filmleri. Filmden çıkan tek anlam, "kendini anlatmış" oluyor ve bu da üzerinde daha fazla düşünülmeyi hak etmeyen, uygunsuz bir davranış olarak rafa kaldırılıyor.

Burada sorulması gereken soru şu: Niye, neresinden bakarsanız bakın sanat sineması yapan Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'u, yüksek sanatın yukarıdaki örnekleriyle kıyaslamıyoruz da, Biri Bizi Gözetliyor türü programların anlayışına kaymış gibi değerlendiriyor, hırslı birer star adayı gibi özelini ifşa etmekte oldukları vehmine kapılıyoruz! Sanki Ceylan ve Demirkubuz paparazilerin peşlerinden koşmasına neden olacak üne sahip olmamaktan mustarip de, kendi paparaziliklerine soyunuyorlarmış gibi. Yoksa sanat sinemasının zaten bir tür mastürbasyon olduğuna mı inanıyoruz için için. Bu gizli inancımızı kanıtlar gibi görünen kendini oynamalar sayesinde, içimizi dışa vurabiliyoruz, belki de. Yani sorun, sinemanın topyekûn popüler bir sanat sayılmasından kaynaklanıyor. Bu da, ya kıyaslama düzlemininin diğer sanat dallarından ziyade diğer popüler kültür
ürünleri olması gerektiğini, ya da sinemanın 'yüksek sanat'ının olmadığını düşünmemize neden oluyor.

Bu noktada, filmlerinde gitgide daha büyük rolleri kendine tahsis eden Shyamalan'ın son filmi Sudaki Kız'ın (Lady in The Water), eleştirmen öyküsünü hatırlamak gerekiyor. Shyamalan bu filmde bir tek eleştirmen karakterini öldürerek, ucuz bir "eleştirmenler kötüdür" mesajı vermeye çalışmıyordu. Tam da, filmlerin sadece tek bir yorumu, tek bir anlamı olduğu zannına yöneltiyordu oklarını. Bu eleştirmeni kötü eleştirmen yapan, "Neden hep yağmur altında çekilir bu sahneler," diye söylendiğinde, "Arınma metaforu olduğu için olamaz mı?" önerisine, kesin olarak "hayır olamaz!" diye cevap vermesiydi. Yani bir olasılığın önünü baştan kapaması. Sonuçta, Shymalan'm kendine dünyayı kurtaran yazar rolünü uygun bulması, egosunun şiştiğine yoruldu. Oysa, popüler bir film değil de, bir sanat filmi çekmiş olsaydı, kimbilir ne farklı okumalara neden olurdu bu tercihi. Öte yandan, İklimler ve Bekleme Odası örneklerinin gösterdiği gibi, Türkiye'de olunca, sanat filmi çekmek de farklı okumaları garantilemeye yetmiyor.